Sunday, April 27, 2008

fanaa ve bollywood


hazır hindistan ataklarımda biri gelmişken sizlere bollywood maceramdan(!) ve en sevdiğim bollywood filminden bahsedeyim: fanaa :) tam bir buçuk sene önce hayali arkadaşım(!) böcük samsa'yla aramızda şöyle bi konuşma geçti:
ben: ya ben hiç bolivud filmi izlemedim. nedir ne diildir bunlar? söylesene bir iki tane indiriyim.
o: valla son zamanlarda şunlar çıktı: fanaa ve black
ben: peki mersi.

ve bu iki filme emule'de tıklarım. önce fanaa gelir. açarım, izlemeye başlarım...
hayatımda bi filmi izlerken bu kadar "oha!" dediğim az olmuştur herhalde. derler ya yeşilçam filmleri gibi, değil. yeşilçam x3 kardeşim! yeşilçam'daki entrikalar halt etmiş. fanaa'da resmen iki filmi birleştirip bir yapmışlar. ve o kadar manyak ki.. tarifi imkansız. güler misin ağlar mısın? sinema diil başka bi şey! filmi hemen ertesi gün annemlere izlettim, bolca sövdüler bana "bu ne böyleee!" diye.. olsun.. bollywood çılgınlığım başlamış oldu.

kişisel görüşüm bollywood sinemasının miladının 2000 yılı olması. hakikaten 2000'den önce ve 2000'den sonra çekilen filmler arasında dağlar kadar fark var. tabii burada bollywood'u biraz daha sınırlandırıp en büyük bütçeli ve en idialı filmlere bakmak lazım, hani şu "en" oyuncuların yer aldığı. (bir büyük aile bunlar! hakakten bakın! hepsi birbirinin kuzeni, amcasının oğlu, babasının arkadaşının oğlu filan; en kötü ihtimalle) dolayısıyla 2000'den önce çekilen filmleri pek beğenmedim. awaara'dan ve mungal-e-azam'dan filan tiksindim, o yüzden başka "klasik" izlemekten itinayla kaçındım.

bi süre kendi içimde bi shahrukh mu aamir mi şçekişmesi yaşadıktan sonra, "ikisi de!" diyebildim, huzurluyum. devamlı şaklabanlık yapan sharhrukh'la ağır abi aamir'in yerleri ayrı. kalbimdeler. bu aralar bayağı uzak kaldım bu filmlerden maalesef.. geçen sene öyle bir sömürdüm ki (günde 3 film izleyerek, yani tanesi üçer saatten günde 9 saat), izleyecek film kalmadı bana. yenilerinin çekilmesini bekliyorum. izledikçe de seçici oluyor ya insan.. yönetmeniyle oyuncusuyla seçiyorum artık filmleri. ama bir bollywood filmi hiçbir zaman normal bi film eğildir, öyle muamele edilmemesi gerekir. beklentileriniz "iyi" bir film filan izlemekse bulaşmayın, kusarsınız. "iyi" bir bollywood filminden beklemeniz gerekenler şunlardır: naiflik, güzel şarkılar ve danslar, güzel/yakışıklı oyuncular, saçmasapan bir senaryo :) küçükken yeşilçam hastası olan birine kesinlikle önerebilirim.

en ilginci de, şimdiye kadar fanaa'yı kime izlettiysem hayran olmasıdır (hepsi kadın tabii ki). hatta birçoğu ilk başta "ya bak emin misin? ben hiç gelemem öyle salaklıklara" demiş, sonradan ben bi kenarda horlarken gözleri faltaşı gibi açılmış ekrana kilitlenmişlerdir. mesela sevgili lollius bunlardan biridir :) (rezil mi ettim? :p)

şimdilik bu kadar yazmış olayım. arkası gelir elbet. aşağıda fanaa'nın en güzel parçası, muhteşem sonbahar görüntüleriyle karşınızda. beni özleyin anacıım, baaay!

iran'da bir ceza kanunu :

feto'nun dış ve iç dünyası

Bir hesabı olmalı milletimizin her ferdinin. Ülkesini ve milletini seven her şahıs "Ben şu kadar yatırım yaparsam, ortaya şu kadar enerji koyarsam, içinde bulunduğum çağda cereyan eden hadiselerin rüzgarını şu kadar arkama alırsam, hızımı şu kadar artırırsam, bu yolu şu kadar bir zamanda katedebilirim.." demeli ve bulunduğu konumda milli kalkınmanın bir yanını teşkil etmeli..

(Fethullah Gülen, Kırık Testi, 2002, s.322)


Benim, şimdiye kadar bütün duam, bütün ızdırabım, insanların Allah'ı bulması, O'na inanması yolunda oldu. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: "Allah'ım, ne olur, bahtına düştüm!" diye sızlanıyor ve "Ne olur Allah'ım, insanlar Seni tanısın, Sana inansın!" diyorum. O kadar ki, bunun için her gün birkaç efa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlayamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hasıl ettiği zevk-i ruhaniyi tatmamış olanlar, Cennet'in lezzetini, Cehennem'in işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler, insanlığın ızdırabını bir defa olsun vicdanında duymamış olanlar kalkıyor, sizin ızdırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar... devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş... maksatları bunlar olup, bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman adına, Kur'an adına çekilen ızdırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlar.

(Fethullah Gülen, Kırık Testi, 2002, s.402)


burnuna pis kokular gelen var mı? sahtekarımtrak sanki.. hımm..?

dininin hastasıyım amca

yine haber vermeye geldim. bir sübyancı tecavüzcüden bir de bilmemkaç karılıdan. ortak noktaları hiper-"dindar" olmaları. o kadar dindarlar ki, peygamberi taklit edebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar:

1- "... Bursa'da 9 Ocak 2003 tarihinde Nilüfer Evlendirme Dairesi'nde, kendisinden 50 yaş küçük hafız Ayşe Yılmaz'la nikah masasına oturan ve uzun süredir aşırı dinci Vakit Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapan Hüseyin Üzmez Mudanya'da gözaltına alındı. İnegöl İlçesi'nde oturan 14 yaşındaki B.Ç.'ye tecavüz ettiği iddia edilen Hüseyin Üzmez'le birlikte küçük kızın annesi ve babasının da Mudanya Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. ...
... Hüseyin Üzmez'in birlikte olduğu 14 yaşındaki B.Ç. ve babasının şikayeti üzerine gözaltına alındığı ortaya çıktı. B.Ç.'nin annesi L. Ç. ise ‘Kızını fuhuşa zorlamak’ suçundan tutuklandı. ...
... Adının açıklanmasını istemeyen Ç. ailesinin bir komşusu, mobilyacılık yapan baba B.Ç.'nin geçen Salı günü kızı B.Ç.'yi dövdüğünü ve ailenin küçük kıza Hüseyin Üzmez'le birlikte olması için baskı yaptığını ileri sürdü. ..."

bu adam şimdi 78 yaşındaymış. ne diyelim? maşaallah valla.. ne diyebiliriz ki?
vakit ne demiş? "çirkin komplo", "çirkin komplo", "çirkin komplo"...... eminim öyledir.

"Hüseyin Üzmez'in 5 yıl önce Bursa'da nikah kıydığı kendinden 50 yaş küçük Ayşe Yılmaz'ın ailesi bu evliliğe karşı çıkmış ve nikaha gitmemişti.
Bursa'nın Arabayatağı Mahallesi'nde kuruyemişçilik yapan kayınpeder Mustafa Yılmaz sonradan bu evliliği onayladıklarını, “Peygamber Efendimiz de Ayşe anamız 9 yaşındayken evlenmişti. Kızımın evlenmesine ilk zamanlar karşıydım ama sonradan normal karşıladım” demişti."
.... saygılar.

4 saat sonra gelen güncelleme:

olayın içinde kızın anası da varmış. burda.
hüseyin beyin biyografisi şurda. (az daha katil oluyomuş)
suikastın gerekçeleri ise burda. aferin.

2- "... Eğer bir ihtiyaç sözkonusuysa evlenirsiniz. Ve bütün ihtiyaçlarını üstlenirsiniz. İkinci, üçüncü evliliklerin bir bedeli var. Evinin kirasını öder, çocuklarını okutursunuz. Baba olarak da sizi tanır, hayat bu şekilde devam eder. Ama bunlar sadece kendi ihtiyaçlarını karşılayıp, paçavra gibi atıyorlar. Bu kadın haklarına yapılacak en büyük saygısızlık ve hakaret. Kadın saygı duyulması gereken bir varlık. Allah’ın yeryüzündeki en büyük sanatı insan. İnsanı kadın dünyaya getiriyor. Bu kadar kutsal kadına toplumda büyük saygısızlık var. ..."
saygı duyuyosun demek.... bilmukabele.

"... Birileri rızasıyla evleniyorsa kimsenin bir şey demeye hakkı var mı? Ama hukuksal olarak haklarını yerine getirmezseniz, buna inancım da şiddetle karşı çıkar, ben de. Bizim inancımızda mecbur olsa bile, düşünülebilecek en son şey boşanma. Evlilik kutsaldır. Peygamberimize de bu hususta bize göre Allah daha fazla hak tanımış. Allah’ın tanıdığı bu hakkı da kimse Peygamber’in elinden alamaz. Eğer bir adam Müslümansa, Peygamber’i tanıması yeterlidir, kimseye bakmasına gerek yok. Benim kitabımda Peygamber var. Hukuksal olarak endişem yok. ..."
al hadi... buna ne diceksin? peygamber harem kurmuşken hele? haklı valla adam.

"... Mustafa Karaduman, "Eğer tekeşlilik mümkün olsaydı umumhaneler, kerhaneler olmazdı. Yasal olan her şey doğru mu?" dedi. ..."
tekeşlilik mümkün mü değil mi bilinmez.. ama anlamıyorum, erkekler için mümkün değilken kadınlar için nasıl mümkün oluyor?
paygamberin tayfası tarafından (bkz. 2)"azledilen" kadınlar bundan sonra ancak "satılabilecekken", erkekler neden buldukları her deliğe girmelidirler? e peki, cenab-ı rabb'il alemin niye erkek /kadın oranını 1 /5 yapmamış?

neyse bunları söylemek bana düşmez. linklere buyrun:
Muhammed'in Cinsel Hayatı 1
Muhammed'in Cinsel Hayatı 2
izin sağlam yerdenmiş. 9 yaşındaki kızlarla rahat rahat evlenip gerdeğe girebilirsiniz.

Saturday, April 26, 2008

interesting observations on India no.1

"India and Pakistan were supposed to become independent simultaneously on August 14, 1947. However, astrologers discovered the 14th was inauspicious, so secular India postponed its freedom until one minute after midnight, and ever since it has observed August 15 as Independence Day."

(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 8)


"Fuel is always the last thing bought with the family's supply of cash. Men will buy food, clothing, and maybe a radio, but they're seldom willing to spend money for fuel. It's a woman's job to go out and forage for it. If the surrounding trees are cut, the woman has to walk farther and farther and spend hours a day just to get fuel to cook a meal. A man is perfectly willing to cut and sell a tree to get cash, but a woman wants the trees nearby so she can collect twigs and leaves. Thus it's often the woman who cherishes and protects the environment, not the man."

Sunita Narain

(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 4)

* * * * * * * * * * * * * * *

The Paradox of Mahatma Gandhi

In India, as in the West, political theories based on charismatic leaders and institutionalized parties no longer have meaning. The belief that a particular individual can recognize and fulfill an historical process has been shown to be the starting point for political programs that, at best, have kept the poor in chains and, at worst, have led to violence and totalitarianism.
While social movement actors in the West quote the thoughts of Mahatma Gandhi and regard his nonviolent principles as meaningful for the nuclear age, Indian activists do not look to him for moral inspiration. The West sees Gandhi in terms of his abstract teachings, while modern Indians who are determined to change society see him in terms of his life.
He conceived nonviolent noncooperation as a process for breaking the material and metaphysical chains of slavery, but he tied himself so closely to the interests of the ruling castes that he could not possibly put his beliefs into practice. As he confessed shortly before his death, the nonviolence practiced in India was mere pacifism willing to coexist with the traditonal oppressive power structure.
It was through the instrumentality of Gandhi that power was transferred in India in what Antonio Gramsci called a "passive revolution." By this he meant a process presided over by established elites who use what are propagandized as revolutionary changes to maintain and consolidate a supremacy based on narrow consensus that ignores most of the population except as cheering crowds in the background.

(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 4-5)

bröton müziğine giriş 1



keltlerle kafayı bozduğum dönemde açmalıymışım bu blog'u. maymun iştahım yüzünden aylardır bu konuda hiçbir şey yazmamışım.
her şey bir gün yanlışlıkla "brian boru"yu dinlememle başladı.....
diye anlatmicam tabii ki, ömür yetmez :) amacım sadece birkaç örnek sunmak.
eski bir denizci şarkısı olan santiano'yla başlayayım dedim. (santiano, geminin adı.) bu aralar radioblogclub'da aralıksız dinlediğim hugues aufray versiyonu yukarda, tıkıldayınız. aşağıda da fransa'nın popstarı "star academy"deki yakışıklıların (!) söylediği daha güncel versiyonu görebilirsiniz. klibi pek beğendim :) (hatunun kaşık çalmasına dikkat..)




not: Böcük Samsa'nın üstüne sevgi kelebekleri salıyorum...

"don't shrink me doc"



i love his accent.. the way he says "tu le sais bien, le temps passe, ce n'est rien"..

* * * * * * * * * * * * * * * * * * *

i have this weird feeling that my blog is getting more and more fucked up with my stupid and looooooooooooong complaints.. about.. hmm.. ok bad start :)
anyway.. i don't know if it's only the post-erasmus syndrome but i felt the need to go to a shrink. it's ok up to here, right? i'm gonna go and talk a bit and tell that i hate everone and everything and stuff like that. but it's not the same thing i'm telling you :p and this is the most important proof of my naiveté. (i love making fun of myself, i'm the liar of my shrink) :)
yesterday it was our second meeting.. and i came home with great anger towards my parents.. especially my father. reason? well... she keeps on prodding my brain/memory about my father. so uncomfortable. i hate this childhood shit actually..
but i don't hate it if it's another person's childhood :p (i'm disgusting)
my favorite show for the past few weeks is "in treatment". a therapist with all these so-called fucked up patients is also fucked up as much as them..? everything comes to childhood at some point.. interesting. it really increased my sympathy to psychologists at first.. now i'm neutral again, hallelujah! :)
you should see gabriel bryne with especially blair underwood. intersting... at least for me.

Friday, April 25, 2008

yallah namaza ! yoksa işte böyle olur mazallah :

işte geçen hafta bir lisenin din dersi kapsamında izletilen ve öğrencilerde davranış bozukluğuna neden olan hiper-dandik bi arap filmi. kesinlikle iğrenç ve dinden imandan nefret ettiren bi film. ibret olsun diye izlemekte yarar varmış, "bilenler" öyle diyo :)









Wednesday, April 23, 2008

zamanın ötesi :

savulunuz sayın belçikalı kardeşlerim, geliyorum galiba !



hmmm 11 gün olmuş yazmayalı.. son birkaç gündür yazmam için dürten lollius'a ve morinek'e sevgiler, selamlar. (ama lollis biraz çirkeflik yaptı hani o ayrı :p neyse... hastasıyım onun)

arada birçok şey oldu tabii de işte nerden başlasam.. öncelikle leuven'dan master kabulüm geldi. ama ben bir hafta boyunca reddettim bunu. "nasıl olur, neden kabul ettiler ki! ben istemiyorm artık! keşke kabul etmeselerdi de sorun çıkmasaydı! napcam ben şimdi" diye şaçmalayıp durdum. tabii pek çok sebebi vardı bunun:

1- bir gazetede staja başlicaktım. pek heyecanlıydım. "tamam be artık daldan dala konmicam. medya olayına girerim, burda kalırım" dedim. gazetecilerin hayatlarını ve anılarını okumaya başladım filan..
2- master ücreti senelik 5.000 euroydu. iki sene 10.000 ediyor.
3- bölüm "sosyal ve kültürel antropoloji".. şimdiiiii.... buraya nasıl başvurduğum hakkında hiçbi fikrim yok valla. nasıl olur yani.. antropoloji nerden çıktı? ne kadar anlamsız! zerre kadar gereği yok. paşalar gibi siyasette kalmalı ve ekmeğini yiyebileceğim bi alan seçmeliydim. örneğin ortadoğu siyaseti uzmanlığı..
4- asıl istediğim "quantitative analysis" şeysiydi, hem bi senelik hem de 540 euro. bi sene bekleyip tekrar başvuracaktım.

ancak kararım değişiverdi yine. eh benden de bu beklenir. neden?

1- gazeteden hala aramadılar. ve onlar aramadıkça aptal moody yapım sağolsun, çekeceğim çileleri daha bi düşünmeyeve işten daha bi soğumaya başladım. hoş, şimdi arasalar yine giderim ama, benim için çok belirsiz bi alan.
2- master ücretini af buyrun münasip bi yerimden uydurmuşum. o da 540 euroymuş. memleketimiz türkiyemiz de ehea denen naneye üyeymiş çünkü. illa 5000 ödemek istiyosam yeni zelandalı filan olmalıymışım.
3- birden neden başvurduğumu hatırladım: master olsun çamurdan olsun uleeeyyynnnn!!! belçika'ya dönmek istiyorum. ordahem okur hem çalışırım kendi yağımla kavrulurum. hayat bayram olur. gey/lezbiyen partilerine giderim hem. lövın'daki gölete ayaklarımı sokarım. atlar amsterdam'a giderim, güzel güzel dönerim. felan.
4- olay quantitative analysis masterına girmekse, bir senemi antropoloji masterını yaparak geçirebilirim orda. en azından sistemli olarak bi şeyler öğrenmeye devam ederim. başımda hoca olmadan ne kaddar ilerleyebildiğim ortada.

dolayısıyla klasik dengesizliğimden ve tembelliğimden beklenecek bi karar vermiş oldum. hemen arkadaşlarla bağlantıya geçtim. brüksel'de oda tutmak konusunda çalışmalara başladım. eralp'ciğimden meridien'deki yurdun fotoğraflarını çekip yollamasını istedim. okula "ben lövın'da diil de brüksel'de otursam olur mu? haftada kaç gün dersimiz olcak ki" diye bi mail salladım. muhtelif kuruluşlarda staj bakmaya başladım. çalışma iznimi ne zaman alabileceğimi hesaplamaya başladım. eylül başında italya'ya gitmeye karar verdim, dersler başlamadan önce. referans veren (daha doğrusu verecek diye adlarını yazmama müsade eden) hocalarıma teşekkür maili attım. kışın eralp'in yanına sussex'e gitme planları yapmaya başladım. gülseli'yle yine evde geçiriceemiz vodka-portakal akşamlarını hayal etmeye başladım. ...vs...



tabii yapılacak en önemli şey,önümüzdeki günlerde okula uğrayıp sosyal antropolojiyle ilgili bir sürü kitap alıp karıştırmak olacak. niyet mektubunda "olmuyo bu genellemeci disiplinlerle kardeşim. ben artık bu uluslararası ilişkilerde öğrendiklerimin tam tersi metodlar kullanmak istiyorum. bu bana entellektüel açıdan çok şey katıcak. hakkaten bakın" yazmak kolay tabii... iş ciddiye bindi artık. (ama belirtmek istiyorum, sevgili okurlarım; bir hiper-kazma gibi de başvurmadım tabii... aldık antropoloji dersi, biliyoruz azcık. hayır yani, en nefret ettiğim şey öyle atıp tutmaktır o yüzden şeettim.)

ama yine de içim rahat mı? değil. çünkü bu kabule ve karara gelen tepkiler kısaca şöyle:
- aile (anne-baba-kardeş): iyi olmuş canım, git tabi. tebrikler. (diyerek geçiştirme durumu oldu biraz)
- arkadaşlar: "aaaayy inanmıyoruuuum!!! lövın mııı?! kızım avrupa'nın en iyi üniversitelerinden biriiii! lövın hııı? çok çılgın. kesin git be manyak mısın burda kalıp napcan! oh oh süper!"
- amcam, bi asistan, ve belki de dünyanın geri kalanı: "s..tir lan! antropolji neymiş! bi halta yaramaz! gitme bence. gidip napcak salak mısın. niye başvurdun ki gerizekalı. onu bitircen de nolcak, afrika'da kabile mi incelicen?"

şindik burdaki sorun amcamın fikirlerine belki de gereğinden fazla değer vermem. ve zerre kadar onaylamıyor. kendine göre haklı da.. napıyım kardeşim!
bir kere "anlamlı" bi şey nedir? kime/neye göre? öööylesine durup dururken "ben hayatımı şuna adıciim! şunu yapıciim!" demem bekleniyor. ya da "ben şurda iyi para kırarım, hayatımın sonuna kadar rahat yaşarım, ekmeğini iyi yerim" desem olur. asıl problem hedefsizlik, peki ama bu neden bi problem kardeşim? işimin hayatımın merkezinde olmasını istemiyosam napıyım yani? siyasetten nefret ediyosam napıyım? tembelsem napıyım ulan! altın kural: tembel bi insanın en kolay becerebileceği iş, ya yaparken çok çok zevk aldığı, ya çalıştığını fark etmediği, ya da en azından çalışırken çok acı vermeyen bir iş olabilir. dolayısıyla zevkli ve ilginç bi bölümde akademisyenliktir bu benim için. amacım gidip bilmemne kabilesini inceleyip (sanki birer mallarmışçasına) manyakötesi sonuçlar çıkarıp ünlü olmak filan da diil. yeni bişeyler öğrenmek istiyorum sadece. ay bıktım ben bu hayattan.

şimdi gayet kendimden emin bi şekilde yazdım bunları ama karar da değiştirebilirim tekrar. eylüle kadar kesin cevap vermem gerekmiyomuş neyse ki. en acıklısı da, aldı beni bi paranoya yine: ya bu yaz okulu yüzünden buna da gidemezsem? tam da iğerine kabul edilmeme gerekçem. of allahım of!



amaaaan neyse. kabul şeysimi de yazıyım da dursun burda:

Dear Student,

Greetings from Leuven!

I am pleased to inform you that you have been admitted for the 2008-2009 academic year to the Katholieke Universiteit Leuven.

Your letters of admission will be posted to the address you provided in your application form and should be with you soon.

Should you have any further questions, please do not hesitate to contact us.

Kind regards,

International Office K.U.Leuven

Saturday, April 12, 2008

"azar azar kader bize ne yazar"

faruk k'nın "durdurun dünyayı ineceğim, başka bir yer varsa gideceğim" sözü kimsenin aklının almayacağı bir derinliğe işaret ediyo olabilir mi sizce?
ajdar'ın "çikita muz" şarkısı hakkaten zamanın ötesinde olabilir mi? kendisi bize gelecekten -misal, 1000 yıl sonrasından- gönderilmiş bi mesaj/uyarı olabilir mi? sonuçta, "back to the future"dan öğrendiğimiz kadarıyla şu anda yediğimiz her bi halt, geleceği etkilemiyor mu? ayrıca, bu bi mesajsa hakkaten, çözebilmiş olan var mıdır?
hayatın anlamı fatih ürek'in "hade hade hade hade hadeeeeee"sinde mi gizlidir? "hadi lan ordan" diye rest mi çekmek gereklidir yoksa?
neden "bi şey" olmamız gerekiyo bu hayatta? bi bok olmadan olamıyo muyuz? "bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin"? (hakakten "to be or not to be"nin mükemmel çevirisi midir?)

Thursday, April 10, 2008

gözyaşları sel olup akarkene...

dün ağlama günümdü. dandik-ötesi ab dersinden çıkıp kütüphaneye yollandım, "hotel rwanda"yı izlemek için. doğru okudunuz, düne kadar bir türlü izle(ye)memiştim. bir haftadır da dvd'yi çantamda gezdiriyodum, "hem de tam iki saatmiş, nasıl durcam ben bunun başında" diye erteliyodum. e yani, bolivud filmi değil ki kardeşim şarkılı türkülü, soykırım izliyosun, insan nasıl dayanır. neyse ama, sonuç olarak izlemek zorunda kaldım (ders için). ve ınınınnn!!! o iki saat nasıl geçti anlamadım bile. annem gibi, gözyaşları dökerek hem de.. cry freedom da çok etkilemişti aynen böyle. ama sonra ne oldu? akşamüstü yağmur çiselemiş sokaklarda seke seke banliyödeki evime geldim. (bahçeşehir'e banliyo demek caiz midir hocam?) filmde joaquin phoeni'in canlandırdığı gazeteci eleman gibi, "aman tanrım çok korkunç!" diyip hayatıma devam ettim.. insanlığımdan utanmak zaten her allahın günü yaşadığım bi şey...



ikinci filmi eve gelince izledim. tv5'te yayınlanan bi televizyon filmi bu da: le silence de la mer. ikinci dünya savaşı sırasında, almanya fransa'yı işgal ettikten sonra, fransız bi dede-torunun evine yerleş(tiril)en bi alman subayla torun arasındaki imkansız aşk. aman yarabbi!!! acıklı-ötesiydi bu da. içinde bulundukları duruma bakılırsa yani.. adam da bi yakışıklı bi yakışıklı. aksan maksan yapmış böyle alman görünmek için... isviçreliymiş. eve girip şapkasını çıkarıp selam vermesi var ki... aaah! bildiğiniz jön işte. onlara da ayrı gözyaşı döktüm işte, vah kavuşamadılar diye.. bi televizyon filmi için gayet iyiydi hem.
***spoiler***
hele hatunun adama söylediği ilk ve son kelimenin "adieu" olması bitirdi beni.
***spoiler***
çok duygusallaştım, farkındayım.

Tuesday, April 8, 2008

fuck brussels! x 2

itinayla gelecek karartılırmış meğer. halbuki günüm ne güzel geçmişti. nelerden nelerden bahsedecektim blogumda.. kısmet değilmiş. böhüüüüüüü!!! bari red mektubumu yapıştırayım şuracığa:
(yalakalığımın belgesei olarak "nolur bi daa değerlendirin" temalı mektubumu da yapıştırayım hatta)


** High Priority **

Dear cien anos de soledad,

We thank you for your application in the Master of Quantitative
Analysis in the Social Sciences.

Unfortunately we cannot accept you at the moment. The reason for this
is that you will only get your diploma at the end of August and this is
the requirement for admission to the programme. Only at that moment we
are able to send you the embassy letter which you need in order to get
your visa. As the programme starts in half September you will not have
enough time to take your visa.

In case you would like to follow the programme in 09-10, you can send
us your final diploma by February so that we can take you into account
for the next selection.


Kind regards,


K. M.




Dear Ms. M.;

Thank you for notifying me about my application. I am so sorry to learn that the only obstacle before my admittance to the program is the fact that I am going to receive my diploma at the end of August 2008. That is why, I would like to clarify the following points:

First of all, I really want to attend this program, so I will also apply next year. But since I am going to grauate this year, I would like to start in September. Because if I start this year, it will be finished by next year; and I can be one step ahead to continue my education on doctorate level.
Secondly, you wrote that the only reason I am not accepted now is the reason that I cannot get the visa until mid-September. Actually, my passport type is what we call "green passport" in Turkey, which gives me the right to enter EU countries and live there up to 3 months without visa. So, if the visa problem is the only barrier, I will certainly have time to get my student visa even after I start studying in Brussels.
Thirdly, I know that my graduation in August seems to be an ambigious situation and you may think that maybe I will not be able to graduate. As a reminder, I would like to emphasize that only one couse left for my graduation which I could not take before because I went to Brussels for Erasmus exchange program. And, from my transcript, you can see that my grades are stable except for the Spring 2007 semester and I am a good student. So, I would like to assure you that, if my grades for this semester are good enough -which I think they will be- there is no reason for me not to be graduated in August.
Finally, I want to repeat that, I am writing this e-mail only because you informed me about the reason I am turned down. I will understand if I am not good enough or not eligible to start the program. But if the date of graduation is the only obstacle, it will sadden me very much to lose one year for nothing.

In light of the foregoing, can you please make my application taken into account again? I hope it is not too late.
But anyway, thank you for your concern in my application and for keeping in touch with me in every stage of the evaluation.
Best regards;

cien anos de soledad



ulan altı ay fransızca kasıp seneye fransa'ya mı gitsem?.. hatta en baştan başlayıp, mis gibi bi lisans daha mı yapsam?.. felsefe filan şöyle.. hem de üç yılda bitiyo. belki kafamı toplayabilirim.
hmmm.... paris'e gidebilir miyim acaba?.. bi yandan da college de france'ın derslerini takip ederim.. baharda eyfel'in ordaki parkta çimlere uzanıp kitap okurum. ordan sıkılınca luxembourg bahçesine geçerim.. hayat bayram olur... mu?
hepsini geçtim, aralıkta C1 alabilir miyim ki ben? hı? hı? hı? böhühühühühüüüüüüüü!!!! :'((

Sunday, April 6, 2008

lee'nin maceralarından

"... Chris gibi Socco Chico müdavimlerinden bazılarının, geçimlerini sağlamak için sahiden çaba harcadıkları da olur. Geri kalanı tam zamanlı profesyonel asalaklardan oluşur. Portekizli Antonio sapına kadar bir beleşçidir. Çalışmaz. Daha doğrusu, çalışamaz. Orası burası doğranmış bir insan kalıntısıdır, kanını emeceği biri olmadan yaşayamayacak şekilde programlanmıştır. Sırf varlığı bile insanı rahatsız etmeye yeterlidir. Vücudundan, tutunacağı zayıf bir nokta arayan görünmeyen kollar uzanıyor gibidir.
Danimarkalı Jimmy de tam zamanlı beleşçilerden biridir. Tam da onu görmek istemediğinizde çıkıp gelme, duymak istemediğiniz şeyleri söyleme gibi benzersiz bir hüneri vardır. Tekniği, kesinlikle biraz iğrenç sayılabilecek alışıldık tavırlarının garantileyebileceğinden daha fazla nefretinizi kazanmaya dayanır. Bu, ona karşı kendinizi suçlu hissetmenize yol açar, siz de bir içki ısmarlayarak ya da üç beş peseta vererek onun gönlünü almaya çalışırsınız.
Bazı beleşçiler, uzun süre Tanca'da kalan insanlarla sosyal eşitsizliğe dayalı ilişkiler kurmaya yanaşmayıp, turistler ya da gönü birlik gelenler üzerinde uzmanlaşmışlardır. Bir kereye mahsus, hızlı hilelere dayalı bir çalışma teknikleri vardır. ..."

William S. Burroughs, "Uluslararası bölge", Arabölge, s. 72-73.



tanca her ne kadar fas'ın bir şehri olsa da biraz daha doğudan, mısır'dan bi şarkı koyarken tereddüt etmedim. arapların neşesini en iyi gösteren şarkıalrdan herhalde bu. hem de "aşkım sana haram olsun e mi" gibi bir anlamı olsa da..

"... Genellikle bangır bangır çalan bir radyo bulunur. Arap müziğinin ne başı ne sonu vardır. Zaman mefhumunun dışındadır. İlk kez dinleyen bir Batılıya anlamsız gelebilir, çünkü olmayan bir tempoyu işitmektedir.
Kazablanka'da çalışan bir psikanalistle konuşmuştum. Bir Arabı analiz etmenin sonunun olmadığını söyledi. Onların üstbenleri temel olarak farklıdır. Bir Arabı analiz etmenin imkansız olmasının nedeni belki de zaman kavramına sahip olmamasıdır. O hiçbir şeyi tamamlamaz. İslamın uyuşturucusunun haşhaş olması ilginçtir; haşhaş zaman duygusunu etkiler, böylece olaylar geçmiş, şimdi ve gelecek düzeninde belirmek yerine eşzamanlı bir niteliğe bürünür, geçmişle ve gelecek şimdiki zamanının içinde kaybolur. ..."

William S. Burroughs, "Uluslararası bölge", Arabölge, s. 78.


sapına kadar oryantalist ve indirgemeci. fas'ın kaçta kaçı "arap"tır tartışılır. kuzey-batı afrika'da araplar genelde sevilmez, işgalci olarak görülürler. neyse... genellemeler her ne kadar "kötü" şeyler olsa da onlara muhtacız di mi? lee böyle uygun görmüş :)

şekerlerimi geri ver brüksel..

"... Aslında Morton bütün o sonu belirsiz yıllar boyunca, istenmediği masalarda kovulmadan önce birkaç dakika daha kalabilmek için çaresizce çırpındığı o yıllar boyunca dedikodu ve skandal konusunda duyularını keskinleştirmişti. Biri belsoğukluğuna mı yakalandı, Morton ne yapar eder öğrenirdi. Kim ne saklamaya çalışıyor, hissederdi. Hiçbir şey belli etmeyen bir yüz ifadesi bile onun telepatik güçlerine yenik düşerdi.
Bir de, halden anlayan iyi bir dinleyici, sempatik biri ya da sırlarınızı açmayı tercih edeceğiniz biri olmadığı halde sizin ağzınızdan laf almayı becerirdi. Bazen onun orada olduğunu unutup, masadaki birine bir şey demiş bulunurdunuz. Bazen de o, araya şahsi, küstah bir soru sokuşturur, siz de farkına varmadan cevaplardınız. O kadar beş para etmeyen bir kişiliği vardı ki, kendinizi korumanızın imkanı olmazdı. ..."

William S. Burroughs ("Café Central'de", Arabölge, s. 60)


morton kişisinden öyle bi tiksindim ki bi an, blogumu okuyanlara sormak istiyorum: morton'dan nefret ettiniz mi bunları okuyunca? yoksa burroughs sadece beni mi etkiliyor?


* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

fransız kültür'den rastgele cd alıp dinleme alışkanlığım mevye vermeye başladı sonunda. bu hafta keşfettiklerim: fréhel ve les rita mitsouko. klasik fransız "şanson" olayına sarmak isterseniz, fréhel'e bayılacaksınız. favori şarkım da "le fils de la femme poisson" :) eşliğinde bale yapıyorum hani, o derece...) les rita mitsouko ise ciddiye alınmayı hak ediyor, bence. sadece "variéty" albümünü dinledim, bütün şarkılar birbirinden güzel. youtube'dan ve kendi sitesinen bakındığım kadarıyla eskiler de fena değil, ama daha çok "çılgın" tanımlamasını hak ediyorlar :) diğer albümlerle ilgili görüşlerimi daha sonra yazarım, diskografinin yarısı inmiş bile. beni ilk vuran catherine ringer'ın sesi oldu. başlarda pek beğenmedim, sonra aşık oldum. tarifsiz ikilemler içindeyim. neyse.. albüm ve grup iyi güzel de, öğrendiğim üzücü bir şey de var: grubun diğer yarısı (gitarist) fred chichin yakın zamanda ölmüş. bulduğum anda kaybettim yani grubu. sitesindeki videolara bi bakın derim.

* * * * * * * * * * * * * * * * * * *

dün gece zapzapzaplarken tv5'te ne görsem beğenirsiniz? neredeyse 200 kişi bi sahneye çıkmış jacques brel'den "amsterdam"ı söylüyorlar. tüylerim anında diken diken oldu tabii, kaçar mı? sonradan anladım ki -birinin sesi acayip tanıdık gelen- iki amca dönüşümlü olarak şarkıyı söylüyor, arada koro da bu ikisine katılıyor.. pek güzeldi. ama tabii "ah jak" dedirtti insana.. onun gibi söyleyemez ki kimse... derken şarkı bitti, bi de ne duyayım? sunucu amca "evet brüksel'den yaptığımız yayın devam ediyor" gibisinden bişiyler demez mi?! naaaassssı yaniiiii?!!! sen grand place'ın ortasına şeffaf, devasa ve çadırımsı bi şey kur, içine doldur bütün brüksel kültür-sanat camiası üyelerini.. (brel'in kızı france brel de ordaydı.) dışarda yağmur (tabii ki) ve şemsiyeleriyle bekleşen insanlar.. hemşehrilerim :) kimler çıkmadı ki o sahneye? şarkıcılar, dansçılar, ve tabii ki çizgiromancılar! philippe geluck'ü görünce de bi "aaaaaa!" demeden duramadım. ama ne yazık ki tam da sonlarına yetişmişim.. pek bi şey seyredemedim. yine de, gecenin en iyi performansına değinmeden geçmemeliyim. adını hatırlamadığım -ve bu yüzden kederlere boğulduğum- bir kız, "les bonbons"u öyle güzel öyle güzel söyledi ki... kimse inanamadı herhalde izleyenlerden. brel'in tarzından da epey farklıydı. hareketleri hala gözümün önünde :) adını bi daha görsem "işte buydu" derim de, işte o zamana kadar beklemedeyim.
bugünkü yazımı bitirirken de, adettendir, bi şarkı bırakayım size. bu kadar brüksel ve brel demişken, tabii ki brel'den bi şarkı olacak bu.. les bonbons :)

Friday, April 4, 2008

Thursday, April 3, 2008

uykucu şirinnn :)

eli olan kitap yazıyor artık herhalde.. valla şusunu busunu bi tarafa bırakalım, erdal demirkıran kişisi edebiyattan hiç anlamıyor arkadaş. ilkokul "kompozisyonları" yazar gibi kitap yazıyor herhalde.. neyse.. adamın edebi bilmemnesini tartışacak değilim. konu başka.
bi sene kadar önce kardeş gitmiş "sadece aptallar 8 saat uyur" diye bi kitap almış. açtık okuduk ne anlatıyo diye. çoğu vakit kaybı olmakla beraber, içindeki fikir "belki de olabilir" hissiyatı yarattı şahsımda. o onlarca saçma sapan sayfanın özeti şudur: uykunuzu 4 saate indirebilirsiniz. bunu yaparsanız her bi halta vaktiniz kalır. uykuyu azaltmak içnde üç günde bir 15 dk atacaksınız. mesela üç gün 7 saat uyundu, sonra 6 saat 45 dk'ya indirip, üç gün sonra da 6 saat 30 dk'ya indireceksiniz. 4'e varana kadar devam edecek bu olay. tamam?
bi sene sonra "tamam ulan başlıyorum" dedim kendime. iyi gidiyodu bi süre :p 7 saat 15 dk'dan 6'ya indirdim filan. sonra noldu? geçen gün saatler ileri alındı bi saat. hasbinallah ve nimel vekiiiil! gitti tabii uyku düzeni olduğu gibi. ben saati 5 saat 45 dk uyuyacak şekilde kurarken 7 saat 30 dakka uyumuş olarak kalkmaya başladım birden. işin kötüsü, nasılsa erken kalıyorum diye muhtelip ödevleri şunları bunları bu saate bırakmak. neyse işte, son günlerde kaymış durumdayım.
bunları niye yazıyorum? belamı buldum da ondan :p salak bi insan olduğum için, beden üzerinde tahakküm kurmaya karşıyım aslında. uzun zaman da böyle yaşamaya çalıştım. "istediğini yap" dedim vücuda. ama gitti olur olmaz şeyler yaptı, sinir etti beni. ona kalsa bi kanapeden kalkmadan yaşayabilirim. gidişata dur demek istedim sadece. benim bi de beynim var.. umarım. kısa vadede hedefim yine bu uyku nanesiyle boğuşmak. insin bakalım 5 e 4 e.. nolcak..
uyku mevzusunda en çok acıdığım şey rüyalarımı kaybetme korkusu aslında. arada bir buraya da yazıyorum, hastalıklar, ölümler, faşolar tarafından kovalanmalar.. bunlar ilginç şeyler. paso aksiyon. hem de johnny depp filan var yani.
dün kanaltürk'teki "gel de katılma" programına uyku uzmanı bi daktır geldi. dedi ki rüyaları aslında öyle bi seferde görmeyiz. rem'in bilmemne olduğu zamanlarda parça parça görürüz. dolayısıyla rüyalarımın sonunu kaçırabilirim belki.. neyse ama. kaliteli uyku peşindeyiz, allah kerim. amin.


"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur."
- Salman Rushdie