Showing posts with label trippin'?. Show all posts
Showing posts with label trippin'?. Show all posts
Saturday, August 2, 2008
Monday, July 21, 2008
"blog bana karı bul lan allahsız"
la vida es un carnaval be blog. oooooh hayat ne güzel! bi de bu sıcaklar olmasa. yarın salsa dersime yine üç t-shirt'le gidicem herhalde. her birini sırılsıklam edip tuvalete sıkmak da cabası. çok çılgın hatunum di mi? (evet iğrencim biliyorum, ama biraz iltifat et be blog, gururumu okşa.)
celia cruz'u sen de çok seviyosun di mi blog? senin de salsa yapasın geliyo mu bu şarkıyı dinleyince? neyse.. kader utansın be blog. bak kim ki duk ne demiş? "spring summer fall winter and spring" demiş. senin de ömrünün baharı gelecek elbet blog. belki bi sonraki hayatında dünya salsa şampiyonu filan olucaksın, kim bilir?
en sevdiğim gün salı! hem psikologla randevum var hem de salsa kursum. her hafta yeni konu ve konuklarımda psikolog hatunun karşısına geçip zırvalamak ne güzel şeymiş. hiçbi halta yaramasa da en azından kendi kendime konuşmaktan kurtuldum sayılır. evet kurtuldum kurtuldum. artık daraldım konuşmaktan. hem bu sefer sanki her bok o kadar çözümsüz değil gibi.. önceden de değildi ya.. anladın sen onu blog. (hastayım sana!) aslında bu ferahlama olayı bodrum'da pörtledi içimde. oraya gittiğimden beri bi hoşum. döndükten sonra o hoşlukta görünür azalma olsa da hala bi şeyler var gibi. kardeşin dediği gibi "danssız geçen ömrüme yazıklar olsun!" ayrıca saçımı daha kısa kestirip siyaha boyattım blog. baştan sevmedim, içim karardı o kıpkızıl geçen aylardan sonra. ama şimdi süper-cool olduğumu fark ettim. alem bana hasta blog! (ama henüz farkında değil. maalesef.)
yarın psikolog hanfendiye anlatıcaam konuyu önce sana anlatayım dedim. şöyle ki, evvelsi gece laura'yı rüyamda gördüm. sevişiyoduk. (aslında sevişmeye çalışıyoduk da işte çaktırma sen.) çok enteresandı.. başka ne diyebilirim ki? rüya bir nedir ki? zaman ve mekan karman çorman bi şey oluşturmuştu. adı ile uyuşmayan yerlerdeydik (bodrum kampı, ama kamp değil. anladın sen onu.) ve şimdikinden daha gençtik. her gün uyanıp buluşuyoduk akşama kadar bahçede minderler üzerinde yatıp çay ve buzlu çay skalasından bi şeyler içiyoduk.
şimdi bu rüyadan sonra sorulacak soru direkman "ben lezbiyen miyim blog?" olmayabilir.. bugün le temps qui reste'i izledim mesela, ordaki eleman da rüyalarında anasıyla, babasıyla, büyükannesiyle, küçüklük haliyle, doktoruyla filan seviştiğini söylüyodu. (ama kendisi gay'di.) neyse işte iyice karıştı sanırım. sonuç olarak, sevgili istiyorum artık blog! just, anyone with a pulse! or even... pulse optional! (eddie izzard! hastayım sanaaaa!) (keşke eddie izzard gibi süpper bi travesti sevgilim olsa.. neyse..)
bugünkü yazıma son verirken, ellerinden gözlerin felan öper esen kalmanı temenni ederim ey blog. celia'dan guantanmera sana bugünkü son kıyağım olsun.
Saturday, May 31, 2008
götürün beni...
tarihe not düşmek istiyorum, ben geçtiğimiz iki günde dokuz film izledim:
perşembe öğleni(!) "ne de çok uyumuşum aaaaaa!" diye çığlık çığlığa kalkıp koydum mar adentro'yu "ah javier ah" diye diye gözyaşı döktüm, içime.. sonra ressam arkadaşım görkem'le buluşup büyük bir hata yaparak the other boleyn girl'ü izledim, "eee? noldu şimdi?" filmle ilgili söylediğim ilk ve son söz oldu (diyeyim de cool olayım). akşam eve gelip ray'in apu üçlemesinin son filmi olan apur sansar'ı izledim, içim şişti. ay bu apu'nun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. adam kime dokunsa ölüyor yaw, yaratık mıdır nedir. neyse dalga geçmiyim, beğendim üçlemeyi. soumitra chatterjee'nin de hastası oldum arada; tesadüfe bakınız ki ilk bu filmde oynamış. oturur izlerim diğerlerini de artık. sonra bi baktyım uykum gelmemiş bi türlü. imaginary friend'im böcük samsa'nın neredeyse geçen senenin bütün filmlerini göndermiş olduğunu hatırlayarak ang lee'den bi se, jie (lust caution) çektim. aman izlemez olaydım! naapmış amcam öyle! "bu adam bu filmleri nasıl çekiyo böyleeeee!" diye ağlaya ağlaya uyudum. ayrıca tony leung chiu wai'ye aşığım, evet.
bu sinema manyaklığı yedi bitirdi beni. sabah kalkınca bir önceki günü tekrar etmek isteği duydum (nedense artık). oturdum los lunes al sol'u izledim (ikinci defa). malum, bardem'i görünce göresi geliyor insanın. sonra da dedim ki chen chang'cığımı görmedim ben uzun zamandır asıl, onu görmem lazım. baktım ki kaplan ve ejderha meğer yokmuş bende, ve yine baktım ki breath varmış. oturdum bi soom yaptım. kim ki duk'la ilişkim az çok hermann hesse'le ilişkime benzediğinden resmen sevdiğimi itiraf etmiyorum. ama izlerim :p sonra da... bi baktım... imkansız aşk hikayeleri modundayım. hemmen bi brokeback mountain izleme isteği geldi, onu da ikinci defa izlemeye direnmedim. ve ang lee'yi imkansız aşkların yönetmeni ilan ettim.. daha erkendi, yıllardır inatla izlemediğim 2046'ya bi bakayım dedim ben de, nasılsa imkansız aşk havamdaydım. tony leung'a tekrar aşık oldum ve "in the mood for love"ı yakın zamanda tekrar izlemeye karar verdim.. uykum gelmeyince what the hell dedim ve "brokeback mountain"ı bir daha izledim. bi yandan ceeeeyyykkkk diye kendimi paralarken bi yandan da "ah be ledger, ölmicektin" diye sayıkladım ama artık çok geçti.. sonra da yattım uyudum.
ve şimdi, "freddieeeeee niye öldüüüüüün" paralanmalarıyla geçen bir sabahtan sonra inatla ders çalışmaya başlamıyorum. okumak bana göre değil mi ne? anladım artık, film izlemek benim için bir kültür-sanat şeysi olmaktan çıkmış çoktan, beynimi uyuşturma arzusuyla ekrana yapışmışım. aksiyonsuz hayatıma aksiyon katıyorum güya. brokeback mountain'daki gibi aşık olup hemen ardından 2046'ya gidiyorum trenle. hindistan'ın bi köyünde ailemin üyelerini kaybediyorum dleirip kendimi yollara atıyorum. sonra da kötü adam'ı baştan çıkarma göreviyle bir ajan oluyorum filan. sonra da hiçbi şey olmuyorum.
babamın sigarayı bırakma yöntemiydi birkaç gün öncesinden üçer paket tüttürüp sigaradan nefret etmek. keşke bana da öyle olsa da bıraksam bu işleri. izlemesem hiçbi şey. olmuyor ama..
"götürün beni buralardan!!!" ya da "emmenez-moi"
Je fuirais laissant là mon passé
Sans aucun remords
Sans bagage et le cœur libéré
En chantant très fort
Emmenez-moi au bout de la terre
Emmenez-moi au pays des merveilles
Il me semble que la misère
Serait moins pénible au soleil
büyüksün be şarl aznavur..
perşembe öğleni(!) "ne de çok uyumuşum aaaaaa!" diye çığlık çığlığa kalkıp koydum mar adentro'yu "ah javier ah" diye diye gözyaşı döktüm, içime.. sonra ressam arkadaşım görkem'le buluşup büyük bir hata yaparak the other boleyn girl'ü izledim, "eee? noldu şimdi?" filmle ilgili söylediğim ilk ve son söz oldu (diyeyim de cool olayım). akşam eve gelip ray'in apu üçlemesinin son filmi olan apur sansar'ı izledim, içim şişti. ay bu apu'nun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. adam kime dokunsa ölüyor yaw, yaratık mıdır nedir. neyse dalga geçmiyim, beğendim üçlemeyi. soumitra chatterjee'nin de hastası oldum arada; tesadüfe bakınız ki ilk bu filmde oynamış. oturur izlerim diğerlerini de artık. sonra bi baktyım uykum gelmemiş bi türlü. imaginary friend'im böcük samsa'nın neredeyse geçen senenin bütün filmlerini göndermiş olduğunu hatırlayarak ang lee'den bi se, jie (lust caution) çektim. aman izlemez olaydım! naapmış amcam öyle! "bu adam bu filmleri nasıl çekiyo böyleeeee!" diye ağlaya ağlaya uyudum. ayrıca tony leung chiu wai'ye aşığım, evet.
bu sinema manyaklığı yedi bitirdi beni. sabah kalkınca bir önceki günü tekrar etmek isteği duydum (nedense artık). oturdum los lunes al sol'u izledim (ikinci defa). malum, bardem'i görünce göresi geliyor insanın. sonra da dedim ki chen chang'cığımı görmedim ben uzun zamandır asıl, onu görmem lazım. baktım ki kaplan ve ejderha meğer yokmuş bende, ve yine baktım ki breath varmış. oturdum bi soom yaptım. kim ki duk'la ilişkim az çok hermann hesse'le ilişkime benzediğinden resmen sevdiğimi itiraf etmiyorum. ama izlerim :p sonra da... bi baktım... imkansız aşk hikayeleri modundayım. hemmen bi brokeback mountain izleme isteği geldi, onu da ikinci defa izlemeye direnmedim. ve ang lee'yi imkansız aşkların yönetmeni ilan ettim.. daha erkendi, yıllardır inatla izlemediğim 2046'ya bi bakayım dedim ben de, nasılsa imkansız aşk havamdaydım. tony leung'a tekrar aşık oldum ve "in the mood for love"ı yakın zamanda tekrar izlemeye karar verdim.. uykum gelmeyince what the hell dedim ve "brokeback mountain"ı bir daha izledim. bi yandan ceeeeyyykkkk diye kendimi paralarken bi yandan da "ah be ledger, ölmicektin" diye sayıkladım ama artık çok geçti.. sonra da yattım uyudum.
ve şimdi, "freddieeeeee niye öldüüüüüün" paralanmalarıyla geçen bir sabahtan sonra inatla ders çalışmaya başlamıyorum. okumak bana göre değil mi ne? anladım artık, film izlemek benim için bir kültür-sanat şeysi olmaktan çıkmış çoktan, beynimi uyuşturma arzusuyla ekrana yapışmışım. aksiyonsuz hayatıma aksiyon katıyorum güya. brokeback mountain'daki gibi aşık olup hemen ardından 2046'ya gidiyorum trenle. hindistan'ın bi köyünde ailemin üyelerini kaybediyorum dleirip kendimi yollara atıyorum. sonra da kötü adam'ı baştan çıkarma göreviyle bir ajan oluyorum filan. sonra da hiçbi şey olmuyorum.
babamın sigarayı bırakma yöntemiydi birkaç gün öncesinden üçer paket tüttürüp sigaradan nefret etmek. keşke bana da öyle olsa da bıraksam bu işleri. izlemesem hiçbi şey. olmuyor ama..
"götürün beni buralardan!!!" ya da "emmenez-moi"
Je fuirais laissant là mon passé
Sans aucun remords
Sans bagage et le cœur libéré
En chantant très fort
Emmenez-moi au bout de la terre
Emmenez-moi au pays des merveilles
Il me semble que la misère
Serait moins pénible au soleil
büyüksün be şarl aznavur..
Labels:
alıntı/quote,
audio,
insanlık hali,
sinema/cinema,
trippin'?
Tuesday, May 20, 2008
"Yal-nız-ca -- ka-çık-lar -- için!"
"Ne yazık, yaşadığımız bu hayatın içinde, halinden öylesine memnun, öylesine küçük burjuva havası esen, öylesine ruhsuz bu zamanın ortasında, bu mimari yapıtlarının, bu mağazaların, bu politikanın, bu insanların manzarası karşısında altından yolu ele geçirmek öylesine zor ki! Amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bu dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir münzevi olmayıp ne yapacaktım! Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklık tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapıtlarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan."
(Hermann Hesse, Bozkırkurdu, s. 29-30)
işte hermann hesse'in en sevdiğim ve en sevmediğim yanı bu. böyle beylik laflar edip durması. bozkırkurdu olmak mümkünmüş gibi, (haydi mümkün diyelim) kolaymış gibi, (haydi kolay diyelim) çözümmüş gibi. önsözde çılgın gibi niçeden bahseden benim sanki! niçe dememiş mi "umut eziyetin süresini artırır" diye? (ya da öyle bi şey.. her neyse) çok merak ediyorum, acaba hesse ne kadar bozkırkurdu, ne kadar siddhartha, ne kadar narziss olabilmiş? nasıl aydınlanmış? kitaplarında bahsettiği olay aydınlanmaysa ben de aydınlanmışım kardeşim. aynı şeyleri ben de söylüyorum. eee? sonra? napcaz bu bilgiyle?
ama işte, maalesef, yine de seviyorum bu adamı kardeşim! naifse de seviyorum işte! öyle bir anlatıyor ki acısıyla tatlısıyla "vay be" diyo insan.. ama işte... ama ama ama ama ama!
aslında kendimi sans toit ni loi'daki avare mona'yı görüp evde sofra başında anasına babasına "ben de onun gibi özgür olmak istiyorum" diyen kıza benzetiyorum.. kimse de onu iplemiyo işte! (nasıl güldüm o sahnede. histerik histerik şöyle. oooooh!)
ya bu özeleştiri denen manyaklığı kim öğretti bana? kim yaptıysa kendisine ibo'dan "allah cezanı verecek"i armağan ediyorum.
kendime de "berrrrtaraf ett herrrr şeyini!"yi.. :) hadi eyvallah.
(Hermann Hesse, Bozkırkurdu, s. 29-30)
işte hermann hesse'in en sevdiğim ve en sevmediğim yanı bu. böyle beylik laflar edip durması. bozkırkurdu olmak mümkünmüş gibi, (haydi mümkün diyelim) kolaymış gibi, (haydi kolay diyelim) çözümmüş gibi. önsözde çılgın gibi niçeden bahseden benim sanki! niçe dememiş mi "umut eziyetin süresini artırır" diye? (ya da öyle bi şey.. her neyse) çok merak ediyorum, acaba hesse ne kadar bozkırkurdu, ne kadar siddhartha, ne kadar narziss olabilmiş? nasıl aydınlanmış? kitaplarında bahsettiği olay aydınlanmaysa ben de aydınlanmışım kardeşim. aynı şeyleri ben de söylüyorum. eee? sonra? napcaz bu bilgiyle?
ama işte, maalesef, yine de seviyorum bu adamı kardeşim! naifse de seviyorum işte! öyle bir anlatıyor ki acısıyla tatlısıyla "vay be" diyo insan.. ama işte... ama ama ama ama ama!
aslında kendimi sans toit ni loi'daki avare mona'yı görüp evde sofra başında anasına babasına "ben de onun gibi özgür olmak istiyorum" diyen kıza benzetiyorum.. kimse de onu iplemiyo işte! (nasıl güldüm o sahnede. histerik histerik şöyle. oooooh!)
ya bu özeleştiri denen manyaklığı kim öğretti bana? kim yaptıysa kendisine ibo'dan "allah cezanı verecek"i armağan ediyorum.
kendime de "berrrrtaraf ett herrrr şeyini!"yi.. :) hadi eyvallah.
Wednesday, April 23, 2008
savulunuz sayın belçikalı kardeşlerim, geliyorum galiba !
hmmm 11 gün olmuş yazmayalı.. son birkaç gündür yazmam için dürten lollius'a ve morinek'e sevgiler, selamlar. (ama lollis biraz çirkeflik yaptı hani o ayrı :p neyse... hastasıyım onun)
arada birçok şey oldu tabii de işte nerden başlasam.. öncelikle leuven'dan master kabulüm geldi. ama ben bir hafta boyunca reddettim bunu. "nasıl olur, neden kabul ettiler ki! ben istemiyorm artık! keşke kabul etmeselerdi de sorun çıkmasaydı! napcam ben şimdi" diye şaçmalayıp durdum. tabii pek çok sebebi vardı bunun:
1- bir gazetede staja başlicaktım. pek heyecanlıydım. "tamam be artık daldan dala konmicam. medya olayına girerim, burda kalırım" dedim. gazetecilerin hayatlarını ve anılarını okumaya başladım filan..
2- master ücreti senelik 5.000 euroydu. iki sene 10.000 ediyor.
3- bölüm "sosyal ve kültürel antropoloji".. şimdiiiii.... buraya nasıl başvurduğum hakkında hiçbi fikrim yok valla. nasıl olur yani.. antropoloji nerden çıktı? ne kadar anlamsız! zerre kadar gereği yok. paşalar gibi siyasette kalmalı ve ekmeğini yiyebileceğim bi alan seçmeliydim. örneğin ortadoğu siyaseti uzmanlığı..
4- asıl istediğim "quantitative analysis" şeysiydi, hem bi senelik hem de 540 euro. bi sene bekleyip tekrar başvuracaktım.
ancak kararım değişiverdi yine. eh benden de bu beklenir. neden?
1- gazeteden hala aramadılar. ve onlar aramadıkça aptal moody yapım sağolsun, çekeceğim çileleri daha bi düşünmeyeve işten daha bi soğumaya başladım. hoş, şimdi arasalar yine giderim ama, benim için çok belirsiz bi alan.
2- master ücretini af buyrun münasip bi yerimden uydurmuşum. o da 540 euroymuş. memleketimiz türkiyemiz de ehea denen naneye üyeymiş çünkü. illa 5000 ödemek istiyosam yeni zelandalı filan olmalıymışım.
3- birden neden başvurduğumu hatırladım: master olsun çamurdan olsun uleeeyyynnnn!!! belçika'ya dönmek istiyorum. ordahem okur hem çalışırım kendi yağımla kavrulurum. hayat bayram olur. gey/lezbiyen partilerine giderim hem. lövın'daki gölete ayaklarımı sokarım. atlar amsterdam'a giderim, güzel güzel dönerim. felan.
4- olay quantitative analysis masterına girmekse, bir senemi antropoloji masterını yaparak geçirebilirim orda. en azından sistemli olarak bi şeyler öğrenmeye devam ederim. başımda hoca olmadan ne kaddar ilerleyebildiğim ortada.
dolayısıyla klasik dengesizliğimden ve tembelliğimden beklenecek bi karar vermiş oldum. hemen arkadaşlarla bağlantıya geçtim. brüksel'de oda tutmak konusunda çalışmalara başladım. eralp'ciğimden meridien'deki yurdun fotoğraflarını çekip yollamasını istedim. okula "ben lövın'da diil de brüksel'de otursam olur mu? haftada kaç gün dersimiz olcak ki" diye bi mail salladım. muhtelif kuruluşlarda staj bakmaya başladım. çalışma iznimi ne zaman alabileceğimi hesaplamaya başladım. eylül başında italya'ya gitmeye karar verdim, dersler başlamadan önce. referans veren (daha doğrusu verecek diye adlarını yazmama müsade eden) hocalarıma teşekkür maili attım. kışın eralp'in yanına sussex'e gitme planları yapmaya başladım. gülseli'yle yine evde geçiriceemiz vodka-portakal akşamlarını hayal etmeye başladım. ...vs...
tabii yapılacak en önemli şey,önümüzdeki günlerde okula uğrayıp sosyal antropolojiyle ilgili bir sürü kitap alıp karıştırmak olacak. niyet mektubunda "olmuyo bu genellemeci disiplinlerle kardeşim. ben artık bu uluslararası ilişkilerde öğrendiklerimin tam tersi metodlar kullanmak istiyorum. bu bana entellektüel açıdan çok şey katıcak. hakkaten bakın" yazmak kolay tabii... iş ciddiye bindi artık. (ama belirtmek istiyorum, sevgili okurlarım; bir hiper-kazma gibi de başvurmadım tabii... aldık antropoloji dersi, biliyoruz azcık. hayır yani, en nefret ettiğim şey öyle atıp tutmaktır o yüzden şeettim.)
ama yine de içim rahat mı? değil. çünkü bu kabule ve karara gelen tepkiler kısaca şöyle:
- aile (anne-baba-kardeş): iyi olmuş canım, git tabi. tebrikler. (diyerek geçiştirme durumu oldu biraz)
- arkadaşlar: "aaaayy inanmıyoruuuum!!! lövın mııı?! kızım avrupa'nın en iyi üniversitelerinden biriiii! lövın hııı? çok çılgın. kesin git be manyak mısın burda kalıp napcan! oh oh süper!"
- amcam, bi asistan, ve belki de dünyanın geri kalanı: "s..tir lan! antropolji neymiş! bi halta yaramaz! gitme bence. gidip napcak salak mısın. niye başvurdun ki gerizekalı. onu bitircen de nolcak, afrika'da kabile mi incelicen?"
şindik burdaki sorun amcamın fikirlerine belki de gereğinden fazla değer vermem. ve zerre kadar onaylamıyor. kendine göre haklı da.. napıyım kardeşim!
bir kere "anlamlı" bi şey nedir? kime/neye göre? öööylesine durup dururken "ben hayatımı şuna adıciim! şunu yapıciim!" demem bekleniyor. ya da "ben şurda iyi para kırarım, hayatımın sonuna kadar rahat yaşarım, ekmeğini iyi yerim" desem olur. asıl problem hedefsizlik, peki ama bu neden bi problem kardeşim? işimin hayatımın merkezinde olmasını istemiyosam napıyım yani? siyasetten nefret ediyosam napıyım? tembelsem napıyım ulan! altın kural: tembel bi insanın en kolay becerebileceği iş, ya yaparken çok çok zevk aldığı, ya çalıştığını fark etmediği, ya da en azından çalışırken çok acı vermeyen bir iş olabilir. dolayısıyla zevkli ve ilginç bi bölümde akademisyenliktir bu benim için. amacım gidip bilmemne kabilesini inceleyip (sanki birer mallarmışçasına) manyakötesi sonuçlar çıkarıp ünlü olmak filan da diil. yeni bişeyler öğrenmek istiyorum sadece. ay bıktım ben bu hayattan.
şimdi gayet kendimden emin bi şekilde yazdım bunları ama karar da değiştirebilirim tekrar. eylüle kadar kesin cevap vermem gerekmiyomuş neyse ki. en acıklısı da, aldı beni bi paranoya yine: ya bu yaz okulu yüzünden buna da gidemezsem? tam da iğerine kabul edilmeme gerekçem. of allahım of!
amaaaan neyse. kabul şeysimi de yazıyım da dursun burda:
Dear Student,
Greetings from Leuven!
I am pleased to inform you that you have been admitted for the 2008-2009 academic year to the Katholieke Universiteit Leuven.
Your letters of admission will be posted to the address you provided in your application form and should be with you soon.
Should you have any further questions, please do not hesitate to contact us.
Kind regards,
International Office K.U.Leuven
Saturday, March 1, 2008
halit başbakan olsun
şu üçlüden de en çok khaled'i seviyorum. (ayrıca abdülkadir'i tanımıyorum ama hastasıyım.) kendisi dünyanın en neşeli insanı galiba. hepimiz şirin olsak khaled "neşeli şirin" olurdu.. laa laa la lal la laaa.. her şarkı söyleyişinde neşeli olabilir mi bi insan yaa? ve şarkılar neşe saçmazken özellikle. o kaşları da hep kalkık. halit hepimizin arkadaşı ol!!!
halit'i cezayir'in başbakanı yapmak herhalde anarşizmin bi adım ötesi olurdu. diğer devletlerde de şarkıcılar olsun böyle.. kültürler farklı olsun, diller farklı olsun, şarkılar farklı olsun, ama her yerde millet gülsün oynasın böyle. mükemmel olurdu..! hüzünlü tipler gitsin kuzeyde takılsın mesela; çok istiyolarsa. oralarda "beybi coyn mii in deeet" felan söylesinler, o da güzel. ben buralarda kalıp göbek atarım :)
bu arada, göbek atcaz, tamam da, bizim başbakanımız kim olsun? (anket açıyım böyle)
bir diğer şarkısı, en sevdiğim sanırım :) (lise diyor da.. gerisini çözemedim)
aslında bütün şarkılarını koymak isterdim de.. neyse..
beyrut'tayken "biraz arapça müzik dinleyelim" diye tesadüfen almıştık "sahra" kasetini.. allahallaaaahhhh!!!!! aylarca susmadı evde. kardeşimle beraber salonda bunu kasetçalara takıp saatlerce sehpanın etrafında döndüğümüzü hatırlıyorum. sanırım iki hafta kadar sonra annem "yeter artık kusucam bu adam yüzünden! bi daha sesini duymak istemiyorum! parçalarım kasetinizi!" diye çığırarak mutfaktan koşup gelmişti. kendisini sakinleştirip kasedimizi çıkarmıştık. bir iki gün içinde de babam bana walkmenini verdi.. müziğim bağımsızlaştı. ne mesudum. ne anlatıyorum ki ben?
o zaman o albümü içmiştim zaten. sonra yıllarca dinleyemedim mide bulantısından. ama bir iki senedir kaldığım yerden devam ediyorum. ne mesudum. bu yazının anlam ve önemini biri bana açıklasın piliiiiz.
Monday, February 11, 2008
paranoyanın eşiğinde...
deliriyorum mütemadiyen.. işin ilginci, "deli"nin mümkün olan her tanımı uyar şu durumuma. kafayı oynatma, düzene uyum sağlayamama, aslında herkesin deli olduğu bir dünyada deli olmamak, gittikçe akıllanmak, gittikçe salaklaşmak, gittikçe sosyalleşmek, gittikçe asosyalleşmek, gittiği kadar işte.. bunların hepsi aynı anda olur mu..?
gittikçe daha çok "aklım almıyor!" gittikçe daha çok "inanamıyorum, bi insan bi başka insana bunu nasıl yapar?!" gittikçe daha çok "insanlığımdan utanıyorum." gittikçe daha çok "yahu pılıyı pırtıyı toplayıp gidicem buralardan!" gittikçe daha çok "is there life on maaaaaaaaaaaaaaars?"
hadi hepsi tamam, belki de doğru yolda olduğumun göstergesi bunlar. peki ya son zamanlarda dürtmeye başlayan paranoya illetine ne demeli? kimseye sormadım, pek kimseden de duymadım ama hani olur ya aslında illüzyon dünyasında yaşadığın hissine kapılma.. yok aslında böyle bi yer. ya da var ama sanal. matrix sendromundan mı muzdaribim? neyim ben?
"insan" bir nedir? aslında ne garip/gülünç yaratıklarız?! benliğimden daha da bi sıyrılabildiğim zamanlarda en azından şeklimizi şemalimizi sorguluyorum. bu ne kardeşim? el, ayak, parmak.. kıl, tüy, saç en basitinden! tamam, cevaplar belli: evrim, işlev, verim, vb. ama demek istediğim şey başka..
sonra bu tanrı meselesi. akıl yürütme tamam, tıkır tıkır gidiyor da geliyor en başta takılıyor. ilk atomu kim/ne koydu oraya?! neler oluyor?? neden??? nihilizm niye kendini olumsuzlayan/reddeden bir şey? istediğin kadar küçük hisset, öyle durumlar oluyor ki en büyük sensin. onu da bırak, hayatın anlamının bizzat anlamsızlığı olması durumu.. kolay değil bunları kabullenmek. peki neden? "psikoloji" şeysi niye bu kadar marjinal? ya hep ya hiç? mutlak görecelilikte kayboldum bi de sanki. doğru yok. gerçek yok. vallahi yok. kendimden bile emin değilken başka bi şeyden emin olmak mümkün mü? solipsist miyim neyim? yok değilim.. daha başka bi şey bu sanki..
zecharia sitchin diye bi deli varmış.. demiş ki dünyadaki hayatı uzaylılar başlatmış. doğrudur abicim. olur olur yani. neden olmasın? olmaması için tek bi neden var mı? inatla reddettiğim şeyleri reddetmek için aslında hiçbi neden olmaması gibi.. ya da benimsediğim şeyleri niye benimsiyorum? ben manyak mıyım? hayır yani ne oluyo?
ya "ruh" varsa? istemem, olmasın. korkarım ben öyle şeylerden. hatta kendimden bile korkarım. ya deliysem? şizofren filansam? yok değilim, biliyorum da işte, ya olsam? hatta öyleysem? yani nerden biliyorum ki? şizofren olsam nerden bilicem ki?
burdan 70 milyona sesleniyorum (ahahahaha! hep yapmak istemiştim bunu), böcük samsa beni deli etti. vallahi billahi. adam bi garip. hadi, istediği kadar garip olsun da, beni de garipleştiriyor. en tırsınç olanı da, son bikaç aydır kendi kendime konuşuyormuş gibi hissediyorum onunla konuşurken. sanki öyle biri yok da hani, böyle imaginary friend şeysi gibi. hayır, i don't see dead people. ama tırsınç yani. bu hissiyatı hissedip hislerin içinde şeolmak.
ne demiş freddie? i'm going slightly mad. ne güzel demiş! hem "ufaktan oynatıyorum" hem de "azıcık oynatıyorum" manasında sanki. hmmm.....
gittikçe daha çok "aklım almıyor!" gittikçe daha çok "inanamıyorum, bi insan bi başka insana bunu nasıl yapar?!" gittikçe daha çok "insanlığımdan utanıyorum." gittikçe daha çok "yahu pılıyı pırtıyı toplayıp gidicem buralardan!" gittikçe daha çok "is there life on maaaaaaaaaaaaaaars?"
hadi hepsi tamam, belki de doğru yolda olduğumun göstergesi bunlar. peki ya son zamanlarda dürtmeye başlayan paranoya illetine ne demeli? kimseye sormadım, pek kimseden de duymadım ama hani olur ya aslında illüzyon dünyasında yaşadığın hissine kapılma.. yok aslında böyle bi yer. ya da var ama sanal. matrix sendromundan mı muzdaribim? neyim ben?
"insan" bir nedir? aslında ne garip/gülünç yaratıklarız?! benliğimden daha da bi sıyrılabildiğim zamanlarda en azından şeklimizi şemalimizi sorguluyorum. bu ne kardeşim? el, ayak, parmak.. kıl, tüy, saç en basitinden! tamam, cevaplar belli: evrim, işlev, verim, vb. ama demek istediğim şey başka..
sonra bu tanrı meselesi. akıl yürütme tamam, tıkır tıkır gidiyor da geliyor en başta takılıyor. ilk atomu kim/ne koydu oraya?! neler oluyor?? neden??? nihilizm niye kendini olumsuzlayan/reddeden bir şey? istediğin kadar küçük hisset, öyle durumlar oluyor ki en büyük sensin. onu da bırak, hayatın anlamının bizzat anlamsızlığı olması durumu.. kolay değil bunları kabullenmek. peki neden? "psikoloji" şeysi niye bu kadar marjinal? ya hep ya hiç? mutlak görecelilikte kayboldum bi de sanki. doğru yok. gerçek yok. vallahi yok. kendimden bile emin değilken başka bi şeyden emin olmak mümkün mü? solipsist miyim neyim? yok değilim.. daha başka bi şey bu sanki..
zecharia sitchin diye bi deli varmış.. demiş ki dünyadaki hayatı uzaylılar başlatmış. doğrudur abicim. olur olur yani. neden olmasın? olmaması için tek bi neden var mı? inatla reddettiğim şeyleri reddetmek için aslında hiçbi neden olmaması gibi.. ya da benimsediğim şeyleri niye benimsiyorum? ben manyak mıyım? hayır yani ne oluyo?
ya "ruh" varsa? istemem, olmasın. korkarım ben öyle şeylerden. hatta kendimden bile korkarım. ya deliysem? şizofren filansam? yok değilim, biliyorum da işte, ya olsam? hatta öyleysem? yani nerden biliyorum ki? şizofren olsam nerden bilicem ki?
burdan 70 milyona sesleniyorum (ahahahaha! hep yapmak istemiştim bunu), böcük samsa beni deli etti. vallahi billahi. adam bi garip. hadi, istediği kadar garip olsun da, beni de garipleştiriyor. en tırsınç olanı da, son bikaç aydır kendi kendime konuşuyormuş gibi hissediyorum onunla konuşurken. sanki öyle biri yok da hani, böyle imaginary friend şeysi gibi. hayır, i don't see dead people. ama tırsınç yani. bu hissiyatı hissedip hislerin içinde şeolmak.
ne demiş freddie? i'm going slightly mad. ne güzel demiş! hem "ufaktan oynatıyorum" hem de "azıcık oynatıyorum" manasında sanki. hmmm.....
Subscribe to:
Posts (Atom)
"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur." - Salman Rushdie