Showing posts with label anılar/memories. Show all posts
Showing posts with label anılar/memories. Show all posts

Sunday, January 11, 2009

tarihin orospusu



modernizim arkada, postmodernizm önde, marx ağızda
(hiç değilse saygıdan) !

nietzsche'ye oturup izlemek yeter mi? peki platon bu işin neresinde?


( belki nietzche orda bulunmaya bile kasmayacaktır, oraya gelmek için kıçını kaldırmayabilir. )


post-(neo)-clan-de-la-limite üyesi bahar'a selam.

- ayrıca antalya'da oturan teyzemlere ve izmir'de oturan amcamlara selam söylemek istiyorum.
- izmir'in neresindeler?
- izmir - karşıyaka! (tabii ki)

Monday, July 21, 2008

"blog bana karı bul lan allahsız"



la vida es un carnaval be blog. oooooh hayat ne güzel! bi de bu sıcaklar olmasa. yarın salsa dersime yine üç t-shirt'le gidicem herhalde. her birini sırılsıklam edip tuvalete sıkmak da cabası. çok çılgın hatunum di mi? (evet iğrencim biliyorum, ama biraz iltifat et be blog, gururumu okşa.)
celia cruz'u sen de çok seviyosun di mi blog? senin de salsa yapasın geliyo mu bu şarkıyı dinleyince? neyse.. kader utansın be blog. bak kim ki duk ne demiş? "spring summer fall winter and spring" demiş. senin de ömrünün baharı gelecek elbet blog. belki bi sonraki hayatında dünya salsa şampiyonu filan olucaksın, kim bilir?
en sevdiğim gün salı! hem psikologla randevum var hem de salsa kursum. her hafta yeni konu ve konuklarımda psikolog hatunun karşısına geçip zırvalamak ne güzel şeymiş. hiçbi halta yaramasa da en azından kendi kendime konuşmaktan kurtuldum sayılır. evet kurtuldum kurtuldum. artık daraldım konuşmaktan. hem bu sefer sanki her bok o kadar çözümsüz değil gibi.. önceden de değildi ya.. anladın sen onu blog. (hastayım sana!) aslında bu ferahlama olayı bodrum'da pörtledi içimde. oraya gittiğimden beri bi hoşum. döndükten sonra o hoşlukta görünür azalma olsa da hala bi şeyler var gibi. kardeşin dediği gibi "danssız geçen ömrüme yazıklar olsun!" ayrıca saçımı daha kısa kestirip siyaha boyattım blog. baştan sevmedim, içim karardı o kıpkızıl geçen aylardan sonra. ama şimdi süper-cool olduğumu fark ettim. alem bana hasta blog! (ama henüz farkında değil. maalesef.)
yarın psikolog hanfendiye anlatıcaam konuyu önce sana anlatayım dedim. şöyle ki, evvelsi gece laura'yı rüyamda gördüm. sevişiyoduk. (aslında sevişmeye çalışıyoduk da işte çaktırma sen.) çok enteresandı.. başka ne diyebilirim ki? rüya bir nedir ki? zaman ve mekan karman çorman bi şey oluşturmuştu. adı ile uyuşmayan yerlerdeydik (bodrum kampı, ama kamp değil. anladın sen onu.) ve şimdikinden daha gençtik. her gün uyanıp buluşuyoduk akşama kadar bahçede minderler üzerinde yatıp çay ve buzlu çay skalasından bi şeyler içiyoduk.
şimdi bu rüyadan sonra sorulacak soru direkman "ben lezbiyen miyim blog?" olmayabilir.. bugün le temps qui reste'i izledim mesela, ordaki eleman da rüyalarında anasıyla, babasıyla, büyükannesiyle, küçüklük haliyle, doktoruyla filan seviştiğini söylüyodu. (ama kendisi gay'di.) neyse işte iyice karıştı sanırım. sonuç olarak, sevgili istiyorum artık blog! just, anyone with a pulse! or even... pulse optional! (eddie izzard! hastayım sanaaaa!) (keşke eddie izzard gibi süpper bi travesti sevgilim olsa.. neyse..)
bugünkü yazıma son verirken, ellerinden gözlerin felan öper esen kalmanı temenni ederim ey blog. celia'dan guantanmera sana bugünkü son kıyağım olsun.

Sunday, June 29, 2008

baila!

bi yaşıma daha girdim: salsa öğrenmeye başladım bordum'un sıcak akşamlarında. çok çılgın bi dansmış, pek süpermiş. ancak içinde bulunduğum ortamda bu işe girişmek ve bunda tek olmak kolay değil, aleme rezil olmuşum haberim yokmuş. muhtelif olayları sıralayayım:
geçen gün ali hocayı bekliyodum sinema salonunun önünde (evet, açıkhava sinemasının sahnesinde kıvırtmaya çalışıyorum) bi kadın gelip "salsa kursu yok mu burda" diye sorunca "evet var, hatta ben de hocayı bekliyorum" dedim; ama demez olaydım. kadın beni şööööyle bi süzdü baştan aşağı ve sanırım içinden "hadi canım sen de" dedi. burdan o kadını pisliyorum. yazık günah kardeşim! tombalak insanlar salsa yapamaz mı üleyn!
salsa dersinden hemen sonra çocukların suratlarına kelebek çizip salak müziklerde dans ettiği bir etkinlik daha olduğu için kampın bütün çocukları da beni tanıdı hayırlısıyla. evvelsi gün minik kızın teki diskoda yanıma gelip "sen salsadaki ablasıııııın!" demez mi.. tombalak dansçı olarak çocukların sevgülüsü oldum sanırsam.
eh malum, ayaklarım beni anca taşıyor. bi de "dans edin" komutu verdiğimde "hadi len" diyip takmıyorlar. zorladım azcık kendilerini ve cevabımı aldım. bileğimi burktum hafiften. o geceyi ayağımın üzerine basmayarak atlattım ve sabah doktora gittim. salsadan burkulduğunu söylemeye utandım haliyle, adam bana demez mi "e kızım psikopat mısın!" neyse... doktor muayene etti, oraya buraya bastırdı. sonra da merhem verdi ve sarmamı önerdi. teşekkür edip kapıdan çıkıyodum kiiiiii "salsadan olmuş olmasın" demez mi?! "aman tanrım! aleme rezil oldum!" depküsünü veriveedim.
e tabii bir de ali hocanın üzerimdeki baskısını söylemem lazım. adam mütemadiyen benimle gırgır geçmekte. "bir öğrencim var, on öğrenciye bedel" demekte mesela. çok yakında ayağına bi temiz basmayı düşünüyorum, görsün gününü. ama ona da yazık tabii.. zavallı adam, ilk gün hayatının gafını yaparak "kollarını sağlam tut, çektiğimde sallanmasın" diyiverdi ve sonradan gördü ki bu sefer döndürmek için kolumu kaldırmaya çalıştığında kol kalkmıyor! artık ne kadar içselleştirdiysem öğüdünü, milim kıpırdatmıyorum. tabii o yukarı kaldırmaya çalıştıkça ben aşağı çekiyorum gayriihtiyarı ve her dans "şu kolunu serbest bıraksana" isyanlarıyla bölünüyor. yakında vinç getirecekmiş kolumu kaldırmaya. elli kere özür diliyorum ama yine de olmuyor olmuyor olmuyor! tabii bi de "ne biçim kadınsın sen, kırıtsana biraz" demesi dokunuyor. naaapıyım karrrdeşim! senin de kıçın bu kadar büyük olsa biraz düşünürsün yani sallamadan önce. neyse.. ufaktan ona da dikkat etmeye başladım. sonuç olarak, dört günde epey ilerleme kaydettim. umarım bugün temel adımlarım (hocanın tabiriyle) oturmuş olur da kombinasyon çalışırız. (ay bi de bi nike reklamından bahsedip duruyo çok süper dans eden tombik bi hatun varmış.. onu arıyorum fellik fellik)
her ne kadar olaylı devam etse de salsa süper bi şeymiş. (en başta da yazdım di mi bunu?) rosalinda eşliğinde 1, 2, 3; 5, 6, 7 diyerekten kıvırınca çocukluğuma da döndüm netekim.

Sunday, April 27, 2008

fanaa ve bollywood


hazır hindistan ataklarımda biri gelmişken sizlere bollywood maceramdan(!) ve en sevdiğim bollywood filminden bahsedeyim: fanaa :) tam bir buçuk sene önce hayali arkadaşım(!) böcük samsa'yla aramızda şöyle bi konuşma geçti:
ben: ya ben hiç bolivud filmi izlemedim. nedir ne diildir bunlar? söylesene bir iki tane indiriyim.
o: valla son zamanlarda şunlar çıktı: fanaa ve black
ben: peki mersi.

ve bu iki filme emule'de tıklarım. önce fanaa gelir. açarım, izlemeye başlarım...
hayatımda bi filmi izlerken bu kadar "oha!" dediğim az olmuştur herhalde. derler ya yeşilçam filmleri gibi, değil. yeşilçam x3 kardeşim! yeşilçam'daki entrikalar halt etmiş. fanaa'da resmen iki filmi birleştirip bir yapmışlar. ve o kadar manyak ki.. tarifi imkansız. güler misin ağlar mısın? sinema diil başka bi şey! filmi hemen ertesi gün annemlere izlettim, bolca sövdüler bana "bu ne böyleee!" diye.. olsun.. bollywood çılgınlığım başlamış oldu.

kişisel görüşüm bollywood sinemasının miladının 2000 yılı olması. hakikaten 2000'den önce ve 2000'den sonra çekilen filmler arasında dağlar kadar fark var. tabii burada bollywood'u biraz daha sınırlandırıp en büyük bütçeli ve en idialı filmlere bakmak lazım, hani şu "en" oyuncuların yer aldığı. (bir büyük aile bunlar! hakakten bakın! hepsi birbirinin kuzeni, amcasının oğlu, babasının arkadaşının oğlu filan; en kötü ihtimalle) dolayısıyla 2000'den önce çekilen filmleri pek beğenmedim. awaara'dan ve mungal-e-azam'dan filan tiksindim, o yüzden başka "klasik" izlemekten itinayla kaçındım.

bi süre kendi içimde bi shahrukh mu aamir mi şçekişmesi yaşadıktan sonra, "ikisi de!" diyebildim, huzurluyum. devamlı şaklabanlık yapan sharhrukh'la ağır abi aamir'in yerleri ayrı. kalbimdeler. bu aralar bayağı uzak kaldım bu filmlerden maalesef.. geçen sene öyle bir sömürdüm ki (günde 3 film izleyerek, yani tanesi üçer saatten günde 9 saat), izleyecek film kalmadı bana. yenilerinin çekilmesini bekliyorum. izledikçe de seçici oluyor ya insan.. yönetmeniyle oyuncusuyla seçiyorum artık filmleri. ama bir bollywood filmi hiçbir zaman normal bi film eğildir, öyle muamele edilmemesi gerekir. beklentileriniz "iyi" bir film filan izlemekse bulaşmayın, kusarsınız. "iyi" bir bollywood filminden beklemeniz gerekenler şunlardır: naiflik, güzel şarkılar ve danslar, güzel/yakışıklı oyuncular, saçmasapan bir senaryo :) küçükken yeşilçam hastası olan birine kesinlikle önerebilirim.

en ilginci de, şimdiye kadar fanaa'yı kime izlettiysem hayran olmasıdır (hepsi kadın tabii ki). hatta birçoğu ilk başta "ya bak emin misin? ben hiç gelemem öyle salaklıklara" demiş, sonradan ben bi kenarda horlarken gözleri faltaşı gibi açılmış ekrana kilitlenmişlerdir. mesela sevgili lollius bunlardan biridir :) (rezil mi ettim? :p)

şimdilik bu kadar yazmış olayım. arkası gelir elbet. aşağıda fanaa'nın en güzel parçası, muhteşem sonbahar görüntüleriyle karşınızda. beni özleyin anacıım, baaay!

Tuesday, April 8, 2008

fuck brussels! x 2

itinayla gelecek karartılırmış meğer. halbuki günüm ne güzel geçmişti. nelerden nelerden bahsedecektim blogumda.. kısmet değilmiş. böhüüüüüüü!!! bari red mektubumu yapıştırayım şuracığa:
(yalakalığımın belgesei olarak "nolur bi daa değerlendirin" temalı mektubumu da yapıştırayım hatta)


** High Priority **

Dear cien anos de soledad,

We thank you for your application in the Master of Quantitative
Analysis in the Social Sciences.

Unfortunately we cannot accept you at the moment. The reason for this
is that you will only get your diploma at the end of August and this is
the requirement for admission to the programme. Only at that moment we
are able to send you the embassy letter which you need in order to get
your visa. As the programme starts in half September you will not have
enough time to take your visa.

In case you would like to follow the programme in 09-10, you can send
us your final diploma by February so that we can take you into account
for the next selection.


Kind regards,


K. M.




Dear Ms. M.;

Thank you for notifying me about my application. I am so sorry to learn that the only obstacle before my admittance to the program is the fact that I am going to receive my diploma at the end of August 2008. That is why, I would like to clarify the following points:

First of all, I really want to attend this program, so I will also apply next year. But since I am going to grauate this year, I would like to start in September. Because if I start this year, it will be finished by next year; and I can be one step ahead to continue my education on doctorate level.
Secondly, you wrote that the only reason I am not accepted now is the reason that I cannot get the visa until mid-September. Actually, my passport type is what we call "green passport" in Turkey, which gives me the right to enter EU countries and live there up to 3 months without visa. So, if the visa problem is the only barrier, I will certainly have time to get my student visa even after I start studying in Brussels.
Thirdly, I know that my graduation in August seems to be an ambigious situation and you may think that maybe I will not be able to graduate. As a reminder, I would like to emphasize that only one couse left for my graduation which I could not take before because I went to Brussels for Erasmus exchange program. And, from my transcript, you can see that my grades are stable except for the Spring 2007 semester and I am a good student. So, I would like to assure you that, if my grades for this semester are good enough -which I think they will be- there is no reason for me not to be graduated in August.
Finally, I want to repeat that, I am writing this e-mail only because you informed me about the reason I am turned down. I will understand if I am not good enough or not eligible to start the program. But if the date of graduation is the only obstacle, it will sadden me very much to lose one year for nothing.

In light of the foregoing, can you please make my application taken into account again? I hope it is not too late.
But anyway, thank you for your concern in my application and for keeping in touch with me in every stage of the evaluation.
Best regards;

cien anos de soledad



ulan altı ay fransızca kasıp seneye fransa'ya mı gitsem?.. hatta en baştan başlayıp, mis gibi bi lisans daha mı yapsam?.. felsefe filan şöyle.. hem de üç yılda bitiyo. belki kafamı toplayabilirim.
hmmm.... paris'e gidebilir miyim acaba?.. bi yandan da college de france'ın derslerini takip ederim.. baharda eyfel'in ordaki parkta çimlere uzanıp kitap okurum. ordan sıkılınca luxembourg bahçesine geçerim.. hayat bayram olur... mu?
hepsini geçtim, aralıkta C1 alabilir miyim ki ben? hı? hı? hı? böhühühühühüüüüüüüü!!!! :'((

Sunday, April 6, 2008

şekerlerimi geri ver brüksel..

"... Aslında Morton bütün o sonu belirsiz yıllar boyunca, istenmediği masalarda kovulmadan önce birkaç dakika daha kalabilmek için çaresizce çırpındığı o yıllar boyunca dedikodu ve skandal konusunda duyularını keskinleştirmişti. Biri belsoğukluğuna mı yakalandı, Morton ne yapar eder öğrenirdi. Kim ne saklamaya çalışıyor, hissederdi. Hiçbir şey belli etmeyen bir yüz ifadesi bile onun telepatik güçlerine yenik düşerdi.
Bir de, halden anlayan iyi bir dinleyici, sempatik biri ya da sırlarınızı açmayı tercih edeceğiniz biri olmadığı halde sizin ağzınızdan laf almayı becerirdi. Bazen onun orada olduğunu unutup, masadaki birine bir şey demiş bulunurdunuz. Bazen de o, araya şahsi, küstah bir soru sokuşturur, siz de farkına varmadan cevaplardınız. O kadar beş para etmeyen bir kişiliği vardı ki, kendinizi korumanızın imkanı olmazdı. ..."

William S. Burroughs ("Café Central'de", Arabölge, s. 60)


morton kişisinden öyle bi tiksindim ki bi an, blogumu okuyanlara sormak istiyorum: morton'dan nefret ettiniz mi bunları okuyunca? yoksa burroughs sadece beni mi etkiliyor?


* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

fransız kültür'den rastgele cd alıp dinleme alışkanlığım mevye vermeye başladı sonunda. bu hafta keşfettiklerim: fréhel ve les rita mitsouko. klasik fransız "şanson" olayına sarmak isterseniz, fréhel'e bayılacaksınız. favori şarkım da "le fils de la femme poisson" :) eşliğinde bale yapıyorum hani, o derece...) les rita mitsouko ise ciddiye alınmayı hak ediyor, bence. sadece "variéty" albümünü dinledim, bütün şarkılar birbirinden güzel. youtube'dan ve kendi sitesinen bakındığım kadarıyla eskiler de fena değil, ama daha çok "çılgın" tanımlamasını hak ediyorlar :) diğer albümlerle ilgili görüşlerimi daha sonra yazarım, diskografinin yarısı inmiş bile. beni ilk vuran catherine ringer'ın sesi oldu. başlarda pek beğenmedim, sonra aşık oldum. tarifsiz ikilemler içindeyim. neyse.. albüm ve grup iyi güzel de, öğrendiğim üzücü bir şey de var: grubun diğer yarısı (gitarist) fred chichin yakın zamanda ölmüş. bulduğum anda kaybettim yani grubu. sitesindeki videolara bi bakın derim.

* * * * * * * * * * * * * * * * * * *

dün gece zapzapzaplarken tv5'te ne görsem beğenirsiniz? neredeyse 200 kişi bi sahneye çıkmış jacques brel'den "amsterdam"ı söylüyorlar. tüylerim anında diken diken oldu tabii, kaçar mı? sonradan anladım ki -birinin sesi acayip tanıdık gelen- iki amca dönüşümlü olarak şarkıyı söylüyor, arada koro da bu ikisine katılıyor.. pek güzeldi. ama tabii "ah jak" dedirtti insana.. onun gibi söyleyemez ki kimse... derken şarkı bitti, bi de ne duyayım? sunucu amca "evet brüksel'den yaptığımız yayın devam ediyor" gibisinden bişiyler demez mi?! naaaassssı yaniiiii?!!! sen grand place'ın ortasına şeffaf, devasa ve çadırımsı bi şey kur, içine doldur bütün brüksel kültür-sanat camiası üyelerini.. (brel'in kızı france brel de ordaydı.) dışarda yağmur (tabii ki) ve şemsiyeleriyle bekleşen insanlar.. hemşehrilerim :) kimler çıkmadı ki o sahneye? şarkıcılar, dansçılar, ve tabii ki çizgiromancılar! philippe geluck'ü görünce de bi "aaaaaa!" demeden duramadım. ama ne yazık ki tam da sonlarına yetişmişim.. pek bi şey seyredemedim. yine de, gecenin en iyi performansına değinmeden geçmemeliyim. adını hatırlamadığım -ve bu yüzden kederlere boğulduğum- bir kız, "les bonbons"u öyle güzel öyle güzel söyledi ki... kimse inanamadı herhalde izleyenlerden. brel'in tarzından da epey farklıydı. hareketleri hala gözümün önünde :) adını bi daha görsem "işte buydu" derim de, işte o zamana kadar beklemedeyim.
bugünkü yazımı bitirirken de, adettendir, bi şarkı bırakayım size. bu kadar brüksel ve brel demişken, tabii ki brel'den bi şarkı olacak bu.. les bonbons :)

Friday, April 4, 2008

Sunday, March 30, 2008

"ellerin mektubu gelmiş okunur benim yüreğime hançer sokulur"

yine bi şarkıyla devam edeyim hatta:
"yandı mı bu postaneler yıkıldı mı yoksa"


postadan ne bekliyorsam gelmiyor yaa!!! çıldırıciiim! hangi akla hizmet öyle bi salaklık yaptıysam, beş hafta önce zippo aldım e-bay'den. taaaa amerikalardan. salağım ya, ondan. dandik satıcı önce "senin çakmak çizik çıktı, düşük puan verme diye yolladık zippoya yensini yollicaklar" diye bekletti üç hafta kadar. geçen hafta da mail atmış, "yola çıktı çakmağın, 3-5 günde elinde olur". oldu canım, görürsem söylerim. çakmak makmak yok ortada. gümrüğe mi takıldı diyorum, ama 20 dolarlık bişey yol parası dahil.. olamaz yani.. (diye düüşünüyorum.. ama olabilir mi?)

bi başka şey, yani neden yaptığımı bilemediğim bi faaliyetle alakalı. taaaaa aralık'ta adbusters'a abone oldum. taksim'e her gidişimde robinson'larda sürünmiyim diye.. onlar da düzenli doğru dürüst getirtmiyo ki. ama belki de sorun adbusters'ın dağıtım şeysindedir. ne ocak-şubat, ne mart-nisan sayısı geldi. yetkililere seslendim tabii doğal olarak, "hastayım ben size, niye dergimi gönermiyosunuz, üzüyosunuz beni" dedim.. "biz dergilerinizi yolladık" dedi ryan. bi de adresimi uzun buldu. e napalım kardeşim.. istanbul burası. postada her bi şey kaybolabilir ayrıca... ki kayboldu herhalde...

hadi bunları geçtim, gelmesinler tamam, ama şu master başvurularımın sonuçları gelse artık... gelse de kurtulsam kukumav kuşu gibi düşünmekten. reddedilmişsemde plan felan yaparım ne bileyim hindistan'a gider gönüllü çalışırım. umut etmek iğrenç bi şey. direkt red gelse, en azından, "eh kader" der susarım. hayır yani, muhtemelen ikisinde de ilk aşamada elenmişimdir. niye o anda bi mail atmıyosunuz kardeşim? resmen reddedildiğimi öğrenmeyi napıyom ben öyle antetli kağıtlar felan. "kusura bakma kardeş, beğenmeik" seni diyin.. of ya!!!!!!!!!!!!!

belki de hep bu postacılar yüzünden. hepsi bana karşı komplo düzenlemişler, daha fazla delirtmeye çalışıyolar. hatta postacıalrdan ziyade kapitalist düzene bok atayım: ne demiş deleuze? kapitalizm hherkesi paronayak yapar, pısıp öyle oturursunuz.
neyse işte.. histerik yazımı burda bitirirken, elazığ'dayken her allahın günü söylediğimiz güzel gakkoş türkümüzü paylaşayım sizinle. (youtube da açılmış, blogum tekrar renklenmiş, orman ne güzel ne güzel! ama şu embed şeysini niye kaldırmışlar ki???)

http://www.youtube.com/watch?v=LnYP2jxf0Kk

bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır
bugün posta günü canım sıkılır
ellerin mektubu gelmiş okunur
benim yüreğime hançer sokulur
(evet burdaki amca son dizeyi farklı söylüyo, biliyorum.)

Saturday, March 1, 2008

halit başbakan olsun



şu üçlüden de en çok khaled'i seviyorum. (ayrıca abdülkadir'i tanımıyorum ama hastasıyım.) kendisi dünyanın en neşeli insanı galiba. hepimiz şirin olsak khaled "neşeli şirin" olurdu.. laa laa la lal la laaa.. her şarkı söyleyişinde neşeli olabilir mi bi insan yaa? ve şarkılar neşe saçmazken özellikle. o kaşları da hep kalkık. halit hepimizin arkadaşı ol!!!
halit'i cezayir'in başbakanı yapmak herhalde anarşizmin bi adım ötesi olurdu. diğer devletlerde de şarkıcılar olsun böyle.. kültürler farklı olsun, diller farklı olsun, şarkılar farklı olsun, ama her yerde millet gülsün oynasın böyle. mükemmel olurdu..! hüzünlü tipler gitsin kuzeyde takılsın mesela; çok istiyolarsa. oralarda "beybi coyn mii in deeet" felan söylesinler, o da güzel. ben buralarda kalıp göbek atarım :)
bu arada, göbek atcaz, tamam da, bizim başbakanımız kim olsun? (anket açıyım böyle)

bir diğer şarkısı, en sevdiğim sanırım :) (lise diyor da.. gerisini çözemedim)


aslında bütün şarkılarını koymak isterdim de.. neyse..

beyrut'tayken "biraz arapça müzik dinleyelim" diye tesadüfen almıştık "sahra" kasetini.. allahallaaaahhhh!!!!! aylarca susmadı evde. kardeşimle beraber salonda bunu kasetçalara takıp saatlerce sehpanın etrafında döndüğümüzü hatırlıyorum. sanırım iki hafta kadar sonra annem "yeter artık kusucam bu adam yüzünden! bi daha sesini duymak istemiyorum! parçalarım kasetinizi!" diye çığırarak mutfaktan koşup gelmişti. kendisini sakinleştirip kasedimizi çıkarmıştık. bir iki gün içinde de babam bana walkmenini verdi.. müziğim bağımsızlaştı. ne mesudum. ne anlatıyorum ki ben?
o zaman o albümü içmiştim zaten. sonra yıllarca dinleyemedim mide bulantısından. ama bir iki senedir kaldığım yerden devam ediyorum. ne mesudum. bu yazının anlam ve önemini biri bana açıklasın piliiiiz.


"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur."
- Salman Rushdie