bugün itibarıyla kişisel bollywood sezonumu açmış bulunmaktayım. artık elimden bir uçan bi kaçan kurtulur. emule'ye fazla mesai yaptırmaya başladım bile. bu sabah gelen bi filmle başlıyım dedim: chak de! india. gayet iyiydi. bildiğiniz gaz spor filmlerindendi ama bollywood için hiper-kalite. aklınıza gelebilecek her türlü bollywood saçmalığı var ya hani, onlar yoktu, öyle diyim. hindistan'ın dünya hokey şampiyonası'na katılacak kadınlar hokey takımının -shahrukh khan tarafından- neredeyse sıfırdan başlanarak çalıştırılması ve sonunda -spoiler olacak ama- dünya şampiyonu olmasının öyküsü. tabii ki bu sonuç takımdan beklenmiyor ama holivud yapınca oluyo da bolivud yapınca olmaz mı? give them a break, yane. (mütamadiyen savunma psikolojisi)
vasat bolly filmlerinden beklenemeyen bi şekilde konuya odaklı gittik. muhtelif ruh hallerinin ve davranışların altında yatan sebepler de gayet iyi açıklanmıştı. konumuz her ne kadar bu hatun kişilerin "çalıştırılması" olsa da üzerinde durulan meselelerin kadın-erkek eşitliği mücadelesi, takım ruhunun geliştirlmesi ve dolayısıyla hindistan'ın "milli" bütünlüğünün sağlanması olması hoştu. (milli bütünlük olayı epey gözümüze sokuluyor aslında: her eyaletten gelen hatunlar geçmişte birbirlerine karşı oynamışlar; kendi eyaletinden ya da sosyal sınıfından olanlarla birbiriyle takılıyolar. bazıları birbirleriyle anlaşamıyor bile, ortak dil yok!) her zamanki jest, mimik ve triplerini sergileyen şahruk da b igüzel hizaya getiriyo bu tipleri. son ana kadar "lan yenilcekler mi acaba?!" diye izletiyor kendini insana bu film. (ama tabii siz bu hissi yaşamicaksınız çünkü sonunu söyledim. ahı ahı ahı! :p ) tabii hatunların birbirlerine kıl olmalarından daha da önemlisi, ülkedeki müslüman-hindu çekişmesinin sebep olduğu kabir khan'ın hayatının karartılması mevzusu da önemli. adam hindistan diye kendini paralasın, millet kalkıp bizi pakistan'a sattın desin. (şu filmlerdeki hindistan milliyetçiliği propagandası da beni öldürüyo. hani ihtiyaç var mı yok mu tartışılır..)
ha bu arada, kimse dans edip şarkı söylemedi. hani bu sebepten bollywood filmlerinden tiksinenler müsterih olsunlar :) ama tabii ki filmde müzik var. sukhwinder singh'ciğim bomba "çak dee o çak dee indiyaaa" şarkısını söylemiş, hastası oldum. siz de dinleyin diye alta youtube'dan video koyayım dedim. bi baktım filmden sonra bu şarkıya klip çekmişler ve şahruk'a blayback yaptırmışlar. "hay ben sizi napıyım!" dedirtti tabii.. son anda böyle bi saçmalık beklemiyodum.. (e ama haksız mıyım? herif zaten filmin başrolünde! bırakın da klipte de sukhwinder'i görelim. adamın neye benzediğini öğrenmek için iki saat foto aratmak zorunda kalmıyım.) ama olsun, şarkı güzel işte, klibe katlanılabilir:
hazır hindistan ataklarımda biri gelmişken sizlere bollywood maceramdan(!) ve en sevdiğim bollywood filminden bahsedeyim: fanaa :) tam bir buçuk sene önce hayali arkadaşım(!) böcük samsa'yla aramızda şöyle bi konuşma geçti: ben: ya ben hiç bolivud filmi izlemedim. nedir ne diildir bunlar? söylesene bir iki tane indiriyim. o: valla son zamanlarda şunlar çıktı: fanaa ve black ben: peki mersi.
ve bu iki filme emule'de tıklarım. önce fanaa gelir. açarım, izlemeye başlarım... hayatımda bi filmi izlerken bu kadar "oha!" dediğim az olmuştur herhalde. derler ya yeşilçam filmleri gibi, değil. yeşilçam x3 kardeşim! yeşilçam'daki entrikalar halt etmiş. fanaa'da resmen iki filmi birleştirip bir yapmışlar. ve o kadar manyak ki.. tarifi imkansız. güler misin ağlar mısın? sinema diil başka bi şey! filmi hemen ertesi gün annemlere izlettim, bolca sövdüler bana "bu ne böyleee!" diye.. olsun.. bollywood çılgınlığım başlamış oldu.
kişisel görüşüm bollywood sinemasının miladının 2000 yılı olması. hakikaten 2000'den önce ve 2000'den sonra çekilen filmler arasında dağlar kadar fark var. tabii burada bollywood'u biraz daha sınırlandırıp en büyük bütçeli ve en idialı filmlere bakmak lazım, hani şu "en" oyuncuların yer aldığı. (bir büyük aile bunlar! hakakten bakın! hepsi birbirinin kuzeni, amcasının oğlu, babasının arkadaşının oğlu filan; en kötü ihtimalle) dolayısıyla 2000'den önce çekilen filmleri pek beğenmedim. awaara'dan ve mungal-e-azam'dan filan tiksindim, o yüzden başka "klasik" izlemekten itinayla kaçındım.
bi süre kendi içimde bi shahrukh mu aamir mi şçekişmesi yaşadıktan sonra, "ikisi de!" diyebildim, huzurluyum. devamlı şaklabanlık yapan sharhrukh'la ağır abi aamir'in yerleri ayrı. kalbimdeler. bu aralar bayağı uzak kaldım bu filmlerden maalesef.. geçen sene öyle bir sömürdüm ki (günde 3 film izleyerek, yani tanesi üçer saatten günde 9 saat), izleyecek film kalmadı bana. yenilerinin çekilmesini bekliyorum. izledikçe de seçici oluyor ya insan.. yönetmeniyle oyuncusuyla seçiyorum artık filmleri. ama bir bollywood filmi hiçbir zaman normal bi film eğildir, öyle muamele edilmemesi gerekir. beklentileriniz "iyi" bir film filan izlemekse bulaşmayın, kusarsınız. "iyi" bir bollywood filminden beklemeniz gerekenler şunlardır: naiflik, güzel şarkılar ve danslar, güzel/yakışıklı oyuncular, saçmasapan bir senaryo :) küçükken yeşilçam hastası olan birine kesinlikle önerebilirim.
en ilginci de, şimdiye kadar fanaa'yı kime izlettiysem hayran olmasıdır (hepsi kadın tabii ki). hatta birçoğu ilk başta "ya bak emin misin? ben hiç gelemem öyle salaklıklara" demiş, sonradan ben bi kenarda horlarken gözleri faltaşı gibi açılmış ekrana kilitlenmişlerdir. mesela sevgili lollius bunlardan biridir :) (rezil mi ettim? :p)
şimdilik bu kadar yazmış olayım. arkası gelir elbet. aşağıda fanaa'nın en güzel parçası, muhteşem sonbahar görüntüleriyle karşınızda. beni özleyin anacıım, baaay!
keltlerle kafayı bozduğum dönemde açmalıymışım bu blog'u. maymun iştahım yüzünden aylardır bu konuda hiçbir şey yazmamışım. her şey bir gün yanlışlıkla "brian boru"yu dinlememle başladı..... diye anlatmicam tabii ki, ömür yetmez :) amacım sadece birkaç örnek sunmak. eski bir denizci şarkısı olan santiano'yla başlayayım dedim. (santiano, geminin adı.) bu aralar radioblogclub'da aralıksız dinlediğim hugues aufray versiyonu yukarda, tıkıldayınız. aşağıda da fransa'nın popstarı "star academy"deki yakışıklıların (!) söylediği daha güncel versiyonu görebilirsiniz. klibi pek beğendim :) (hatunun kaşık çalmasına dikkat..)
not: Böcük Samsa'nın üstüne sevgi kelebekleri salıyorum...
işte geçen hafta bir lisenin din dersi kapsamında izletilen ve öğrencilerde davranış bozukluğuna neden olan hiper-dandik bi arap filmi. kesinlikle iğrenç ve dinden imandan nefret ettiren bi film. ibret olsun diye izlemekte yarar varmış, "bilenler" öyle diyo :)
faruk k'nın "durdurun dünyayı ineceğim, başka bir yer varsa gideceğim" sözü kimsenin aklının almayacağı bir derinliğe işaret ediyo olabilir mi sizce? ajdar'ın "çikita muz" şarkısı hakkaten zamanın ötesinde olabilir mi? kendisi bize gelecekten -misal, 1000 yıl sonrasından- gönderilmiş bi mesaj/uyarı olabilir mi? sonuçta, "back to the future"dan öğrendiğimiz kadarıyla şu anda yediğimiz her bi halt, geleceği etkilemiyor mu? ayrıca, bu bi mesajsa hakkaten, çözebilmiş olan var mıdır? hayatın anlamı fatih ürek'in "hade hade hade hade hadeeeeee"sinde mi gizlidir? "hadi lan ordan" diye rest mi çekmek gereklidir yoksa? neden "bi şey" olmamız gerekiyo bu hayatta? bi bok olmadan olamıyo muyuz? "bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin"? (hakakten "to be or not to be"nin mükemmel çevirisi midir?)
"... Aslında Morton bütün o sonu belirsiz yıllar boyunca, istenmediği masalarda kovulmadan önce birkaç dakika daha kalabilmek için çaresizce çırpındığı o yıllar boyunca dedikodu ve skandal konusunda duyularını keskinleştirmişti. Biri belsoğukluğuna mı yakalandı, Morton ne yapar eder öğrenirdi. Kim ne saklamaya çalışıyor, hissederdi. Hiçbir şey belli etmeyen bir yüz ifadesi bile onun telepatik güçlerine yenik düşerdi. Bir de, halden anlayan iyi bir dinleyici, sempatik biri ya da sırlarınızı açmayı tercih edeceğiniz biri olmadığı halde sizin ağzınızdan laf almayı becerirdi. Bazen onun orada olduğunu unutup, masadaki birine bir şey demiş bulunurdunuz. Bazen de o, araya şahsi, küstah bir soru sokuşturur, siz de farkına varmadan cevaplardınız. O kadar beş para etmeyen bir kişiliği vardı ki, kendinizi korumanızın imkanı olmazdı. ..."
William S. Burroughs ("Café Central'de", Arabölge, s. 60)
morton kişisinden öyle bi tiksindim ki bi an, blogumu okuyanlara sormak istiyorum: morton'dan nefret ettiniz mi bunları okuyunca? yoksa burroughs sadece beni mi etkiliyor?
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
fransız kültür'den rastgele cd alıp dinleme alışkanlığım mevye vermeye başladı sonunda. bu hafta keşfettiklerim: fréhel ve les rita mitsouko. klasik fransız "şanson" olayına sarmak isterseniz, fréhel'e bayılacaksınız. favori şarkım da "le fils de la femme poisson" :) eşliğinde bale yapıyorum hani, o derece...) les rita mitsouko ise ciddiye alınmayı hak ediyor, bence. sadece "variéty" albümünü dinledim, bütün şarkılar birbirinden güzel. youtube'dan ve kendi sitesinen bakındığım kadarıyla eskiler de fena değil, ama daha çok "çılgın" tanımlamasını hak ediyorlar :) diğer albümlerle ilgili görüşlerimi daha sonra yazarım, diskografinin yarısı inmiş bile. beni ilk vuran catherine ringer'ın sesi oldu. başlarda pek beğenmedim, sonra aşık oldum. tarifsiz ikilemler içindeyim. neyse.. albüm ve grup iyi güzel de, öğrendiğim üzücü bir şey de var: grubun diğer yarısı (gitarist) fred chichin yakın zamanda ölmüş. bulduğum anda kaybettim yani grubu. sitesindeki videolara bi bakın derim.
* * * * * * * * * * * * * * * * * * *
dün gece zapzapzaplarken tv5'te ne görsem beğenirsiniz? neredeyse 200 kişi bi sahneye çıkmış jacques brel'den "amsterdam"ı söylüyorlar. tüylerim anında diken diken oldu tabii, kaçar mı? sonradan anladım ki -birinin sesi acayip tanıdık gelen- iki amca dönüşümlü olarak şarkıyı söylüyor, arada koro da bu ikisine katılıyor.. pek güzeldi. ama tabii "ah jak" dedirtti insana.. onun gibi söyleyemez ki kimse... derken şarkı bitti, bi de ne duyayım? sunucu amca "evet brüksel'den yaptığımız yayın devam ediyor" gibisinden bişiyler demez mi?! naaaassssı yaniiiii?!!! sen grand place'ın ortasına şeffaf, devasa ve çadırımsı bi şey kur, içine doldur bütün brüksel kültür-sanat camiası üyelerini.. (brel'in kızı france brel de ordaydı.) dışarda yağmur (tabii ki) ve şemsiyeleriyle bekleşen insanlar.. hemşehrilerim :) kimler çıkmadı ki o sahneye? şarkıcılar, dansçılar, ve tabii ki çizgiromancılar! philippe geluck'ü görünce de bi "aaaaaa!" demeden duramadım. ama ne yazık ki tam da sonlarına yetişmişim.. pek bi şey seyredemedim. yine de, gecenin en iyi performansına değinmeden geçmemeliyim. adını hatırlamadığım -ve bu yüzden kederlere boğulduğum- bir kız, "les bonbons"u öyle güzel öyle güzel söyledi ki... kimse inanamadı herhalde izleyenlerden. brel'in tarzından da epey farklıydı. hareketleri hala gözümün önünde :) adını bi daha görsem "işte buydu" derim de, işte o zamana kadar beklemedeyim. bugünkü yazımı bitirirken de, adettendir, bi şarkı bırakayım size. bu kadar brüksel ve brel demişken, tabii ki brel'den bi şarkı olacak bu.. les bonbons :)
bugünün konusu jobriath: amerika'nın ilk glam rock şarkıcısı. eşcinsel olduğunu ilan eden ve buna göre yaşayan (ne dedim) ilk şarkıcılardanmış ayrıca. 1969'da david bowie "space oddity" ile zirve yaptıktan sonra -bazılarına göre- bowie'nin amerikancası olarak sahneye çıkıyor jobirath kişisi. ancak muhtelif talihsizlikler sebebiyle (albümün promosyonunun yeterince yapılmaması, eşcinsel olduğunu ilan etmesi, belki de az biraz geçimsiz olması) ikinci albümünü dahi zor çıkarıyor ve müzisyenlikten istifa ediyor. ilk dinlediğim albümü ikincisiydi: "creatures of the street". hiç beğenmemiştim. meğer ilkinden, kendi adını taşıyandan başlamak gerekiyormuş. "jobriath" albümündeki şarkıların çoğu iyi, bazıları çok iyi. (bence, tabii..) yani, ümit vaadediyormuş aslında.. ikinci albüme bi şans daha vermek lazım belki de. en çok "take me i'm yours", "be still", "world without end", "i'maman" ve "morning star ship" şarkılarını sevdim.. ("be still" şimdiye kadar dinlediğim en ilginç ilan-ı aşk şarkılarından bu arada.) aşağıya "i'maman"i ekledim bakalım ne düşüneceksiniz :) en sevilen şarkısı olması dolayısıyla youtube'daki en adam gibi video bunun. topaloğlu kazmasından önceki "uzaylı"mız, fütürist space clown'ımız işte budur:
bugün bişiyler oldu bana, bloga yapıştım. şu klipleri de koyup gidiyorum artık... efenim, filmimiz, hindistan'daki ilk isyanı örgütleyenlerden mangal pandey'i anlatan the rising: ballad of mangal pandey. başrolde emirciğim var =)) rani de esas kızımız güya da.. pek bi olayı yok. yalnız şurdan dansta aşmış olduğu klibi görebilirsiniz. varlık gösterdiği tek sahne denebilir. biz daha "ilginç" şarkılara(!) odaklanalım: öncelikle, yukardaki klibe hastayım. özellikle çingene hatunlara. hala şaşarım hindistan'ta öyle sahneleri olan film nasıl gösterime girdi diye.. bu arada, yamulmuyorsam, şimdiye kadarki en yüksek bütçeli bolivud filmidir bu. yakışır yani. şarkıda da "seni hayırsız, kalbimi çaldın" gibilerinden sözler var. orta yerde tepinen de emir. (saça sakala hastayım tabe.) bi nevi alkollü içki içip böyle oluyo. içmemek lazım tabii.. o beyaz içki neydi unuttum, filmi bi sene önce izlediğim için affedin. alttaki şarkıya da ayrıyeten hastayım. benden başka da kimse sevmez, onu belirteyim. zaten tamamı söylenmemiş filmde. bizimkiler tam isyan edecekler, toplaşıp "el medet mevla" diyolar. şarkıyı tam olarka çevirebilirim hatta. ama yapmıyorum.. ar damarım çatladı ama yok olmadı henüz.. ayinde hindusu müslümanı birarada (isyanın ve filmin kilit noktalarından). anlaşılacağı üzere takkeliler bizimkiler. ortalıkta gezen tütsücüler bi yana, şarkıyı söyleyen/playback yapan insanın gözleri üstünde durulmalı izlenirken. o nasıl bir yuvarlamadır allahım! dua ederken orgazm olunuyor herhal.. klibin sonlarına doğru bi haberci geliyor, grubun müslüman liderine gidiyor. (emir/pandey ikinci adam gibi ve hindu.. ama insanları en çok gaza getiren o.) kalkarlarken selam verme stillerine de dikkat. (emir aslında müslüman tabii.. soyadı khan, hindistan'daki bütün müslümanlar gibi :p ) bu arada.. derseniz ki bu isyan niye çıkmış.. efenim ingilizler bu hintli askerlere yeni silah getiriyolar ve fişeklerini ağızlarıyla açıp tüfeğe koymaları gerekiyor. ama fişek yapılırken inek ve domuz yağı kullanılmış. inek hindulara kutsal, domuz müslümanalra haram.. ordan gerisini şeedin. olayın sonunda mangal'ı yakalayıp asıyorlar. ama hemen ardından ço kdaha büyük bi halk isyanı çıkıyo ve sonuç olarak ingilizler bu inek/domuz yağı işinden vazgeçiyolar. boyunalrı altlarında kalsın.
efenim michaël youn adında fransız bi eleman var. hem oyuncu hem komedyen hem radyocu hem bilmemneci bi adam. ama kendisini "şarkıcı kişiliği" ile tanıdım, öyle sevdim, bu alandaki başarılarının artarak devam etmesini temenni ederim. kendisi en kıl olduğum müzik(!) türü olan rap şeycisi. (şindi rap müzik mi değil mi? o zaman hiphop ne? bilmiyom valla.. anladınız siz onu.) abim bi grup kurmuş, adını da fatal bazooka koymuş, başlamış rapçilerle dalga geçmeye. neyse.. adamın geçmişini bilmiyorum pek. youtube'daki kliplere bakılırsa çok da "hastası olunacak" bi tip değil benim için. gelecekteki çalışmalarını yakından takip edilesi biri ama. bi şarkısı var ki, kopardı beni. paris'e salak gibi grev zamanında gittiğim için ..mı kaldırıp dışarı çıkasım yokken evde oturup bu klibi izlemiştim (çünkü 3 klipten biri buydu). ayrıca erasmus dönemimin son demlerine kısmen damgasını vurmuş olan (belçika'ya geç geldi netekim) bu şarkıyı na aşşada sizlerlen paylaşıyorum. (direkt youtube linkini açarsanız şarkı sözlerinin ingilizce çevirisini de bulabilirsiniz.) yalnız dikkat, klibi lütfen izleyiniz, önemlidir. hayatınız değişecek! eğer izlemez de sadece dinlerseniz 5 yıl, hem izlemez hem dinlemezseniz 10 yıl karabasanlar basar, ona göre.
ayrıca, sayın gadjo'dan milyon kere özür diyorum, filmleri hala izle(ye)medim. bir yandan da o yüzden vicdan azabı çekiyorum. kendisine, muhtemelen izlediği bir filmden, süpper bi şarkı yolluyorum:
mastır işi yatarsa hindistan'a gitmeyi tekrar düşünmeliyim.. asıl hayallerimi unutmamalıyım. hatırlıyım diye de yazıyorum buraya. öyle yani, tamamen kişisel :) eeemir sen bizim her şeyimizsin!
blog işi de yalan olmak üzere adeta.. hiçbi şeyi yazmaz oldum. tabii her şeyden önce "ders çalışmaya çalışmaktan beynimi yicem" faslı var da, onu kısa kesiyorum. çevremdeki insanları yeterince sıktım bu mevzuyla. sonraaaa... geleli bir ayı geçti ama senem'i ve canan'ı sadece birer kere gördüm. (aha yazıyom buraya gerçek isimlerini. oh be!) akrabalarımı bile görmüyorum mesela.. teyzemi sadece iki kere gördüm. kadın gelip beni karşılamasaydı bi kere görmüş olcaktım. nuray ablayı görmedim, aysel'i görmedim (hoş, kendisi denizli'deymiş)... amcamları da bikaç kere gördüm işte.. ama o arada, nasıl olduysa, gülseli'yi gördüm bi kere =)) daha ne olsun? eve kapanmış oturuyorum yani.. elimde olsa okula da gitmicem. artık film de izleyemiyorum. "iki/üç film birden" günlerim gerilerde kaldı. ama son zamanlarda iki güzel film gördüm: the man from earth ve lady in the lake. birincisi kesinlikle süperçılgın bi film!!! herkes izlesin! bi de deli gibi "parfümün dansı"nı andırdı tabii.. ama wiki'ye bakılırsa senaristin -yani jerome bixby'nin- aklına bu fikir, kitap çıkmadan 20 yıl önce gelmiş. ben bilmem wiki bilir. ikinci film de ilginçti. vasattı işte. oyunculuklar pek bi değişikti bi de. izlememin tek sebebi, iki hafta önce başladığım ve öylece bırakmak zorunda kaldığım "bir film nasıl okunur"daki şu cümleler: "Romanda son derece yararlı olan birinci tekil şahıs anlatımını deneyen tek film yalnızca Robert Montgomery'nin Göldeki Kadın'ı olmuştur. Sonuçta ortaya çıkan sıkıntı verici, klostrofobik bir film oldu: Yalnızca kahramanın gördüğünü gördük. Kahramanı bize göstermek için Montgomery bir dizi ayna hilesine başvurmak zorunda kalmıştı." (James Monaco, s.49) eveeeeet... bunların dışında.. geçen pazar, yani son gününde einstein sergisi'ne gittim. pek ilginçti, pek güzeldi.. bisssürü şey öğrendim :)) mesela einstein'ı, doğduğu zaman, bi uzay gemisine (miydi) koysaydık ve verseydik gazı, ışık hızına çok yakın bi hızda gitseydi bu, einstein bugün 1 günlük olucaktı. yaaaaa.... neler de biliyorum. süperim. (bırakın bilimi, popüler bilim geçmişi iki carl sagan kitabını geçmeyen biri bunları görünce apışıp kalıyo.) her bölümde de şeker şeker çocuklar anlatıyodu konuları. genel görecelilik'teki çocuk çok tatlıydı hele.. onu pek dinleyemedim. 4.boyut olan zaman boyutundan filan bahsediyodu.. bi de yerçekimi yok mu diyodu ne.. hakkaten genel göreceliliği mi dinliyodum??? hepsi meçhul.. bi de bi kadınla tanıştım giderken. emekli öğretmen olduğunu söyledi. "nasssı yaniii?!" dedim, 40'tan fazla göstermiyodu çünkü. sonra da başladı gençliğinin sırlarını anlatmaya: robin sharma, meditasyon, tanrı, inanç, pozitif enerji.... ayyyy! gerildim! hiç gelemem öyle şeylere! hele robinşarmalara! ne o öyle abi! kendimi bildim bileli aynı şeyi yazıyolar anlatıyolar bu adamlar, hayvan gibi de para kaldırıyolar af buyrun. "ferrarisini satan bilge"ymiş. hadi diyelim, hakkaten çok manyak bi Bilgi'ye eriştin, bu öyle uluorta anlatılır mı? hadi anlattın, isteyen öğrensin dedin, kitap diye basılıp satılır mı bu kardeşim? ayıp değil mi? uzakdoğu olayını da kapitalizmin oyuncağı yaptınız ya, pes! bre allahın gavuru, sen kiiiiiim bilgelik kim?! neyse.. susuyorum.. ha bi de, sergi sonunda gösterilen belgeselleri bile izlemedim, koşup eve geldim çalışayım diye.. ve çalışamdım tabii ki.. sanırım man from earth'ü o zaman izledim kardeşimle. bi deeee.... 22 şubat'ta cevahir sahnesi'nde "bir anarşistin kaza sonucu ölümü"ne gittim. hayatımda izlediğim en iyi oyunlardan biriydi. her şeyiyle harikaydı. iyi ki "ben ruhi bey nasılım"a bilet bulamadım da buna aldım. (ruhi bey de tam efsane oldu. hiç mi bilet bulunmaz bu oyuna kardeşim! bi ben seyredemedim uğur polat'ı..) atilla şendil aşmış. oyun hakkında çok şey yazmak istiyodum aslında.. ama aradan bu kadar zaman geçince hem unuttum hem de boşverdim. kendim bile sıkılıyorum düşünmekten aynı konu üzerinde. onun dışındaaaa... bütün vaktimi "nolucak bu memleketin hali" diye hayıflanmakla geçiriyorum. hayıflanmıyorum da aslında, direkman küfrediyorum. gizlimiz saklımız yok. elitistin allahı oldum, türkiye'yi 60 milyonuyla yakma hayalleri kurmaktan bile vazgeçtim. bir ada devleti kurmaya karar verdim. anarşist düzen. ağaçlardan muz filan toplayıp yicez işte. bol sanat, kitap, felsefe, müzik, film... (dışardan tedarik etcez tabii biçok şeyi, kendimizi hapsetmicez adaya. sadece içerde gerektiği kadar çalışılcak.) bi de tabii ki "savaşma seviş" mantığı. ehe! hayvanları insanlardan daha çok sevmek üzereyim. makyajdan gözenekleri tıkanmış karılar başlarını örtme özgürlükleri kısıtlanıyo diye akıllarında protesto ederken uzaktan akrabalarımızı seyretmeyi daha uygun buluyorum:
lollius beni ebeleyeli tam bir ay olmuş ve hala bişiycikler yazmamışım. inatla erteleyip duruyorum bu işi. mükemmel bi liste yapma amacı mı güdüyorum nedir? yoksa zaten her bi yazdığım bu listeye girebilecek şeyler diye mi yazmıyorum? her neyse; saçmasapan bir cumartesi sendromu yaşamaktayım, çalışamıyorum. (halbuki sırf çalışmak için einstein sergisine gitmedim ben yaaaa..) önce müzik şeedelim:
olmasını istediğim mantıklı şeyler:
1- dünyamı gezmek. format muhtemelen şöyle olacak:
- irlanda'da iki yıl olabilir. köyleri, kasabaları görülecek. bol bol içilip dans edilecek. (içki tercihen bira dışında bi şeyler.. dokunuyo da bana.) kitap okunacak. okyanusa bakılıp hayaller kurulacak. ayriş aksanı kapılacak ama sonrasında da, şimdi olduğu gibi, ayriş konuşan herkese gülünecek. (komikler çünkü! ama salak komiklik değil, sadece neşeli/ilginç/şirin/komik bi aksan.) ayrıca bir süreliğine bi yerlere yerleşilebilir. - hindistan'da bir yıl.. irlanda'da olduğu gibi hiçbir yerde durulmayacak. mütemadiyen gezilecek, karış karış. güneyinin yemekleri, kuzeyinin kışı tecrübe edilecek. keşmir'e gidilecek. mumbai'da takılınacak. hatta en az beş filmde figüran olunacak. özellikle orda burda hakkaten dans eden insanlar var mı, araştırılacak. hintçe pratik yapılacak. fare dolu tapınaklara gizli gizli kedi salınacak. - avrupa'da üç aylık bir gezi yapılacak. başkentler ve önemli bilmemneler görülecek. daha sonra yazın bir ay kışın bir ay kuzey kutup dairesine girilip ormanda mormanda bi yerde bi kulübede yaşanılacak. (allah beeeee! nassı kopya çektiiiiiiimmm: los amantes del circulo polar) en sonunda paris'e dönülecek ve orda kalınacak artık. o kadar. - amerika'daysa easy rider, my blueberry nights, motosiklet bakım sanatı, into the wild karışımı bi gezi yapılcak. kuzey amerika kıtası karış karış olmasa da büyük ölçüde gezilecek. özellikle abd ve kanada sınırındaki milli park olayına girilecek. mümkünse birer hafta kalınacak oralarda. kebek iyice bir kolaçan edilecek, hakkaten beni isterlerse vatandaşı felan olunacak. muhteşem kebek filmlerinin çekim ekibinde çalışılacak, hollywood'un götü yere indirilecek. uçuyorum.. kondum. neyse işte, amerikan rüyasının hali nicedir, görülecek. new york'ta kokoşzenginkarısı, los angeles'ta lezbiyen olunacak. şöyle bi bakılacak yani daha ne olsun. akabinde bi araca atlanıp bi sonraki durağa gidilecek. - güney amerika'da da sadece merak edilen yerler iyice bi görülecek. ne bileyim, maçu piçu'da çadır kurulacak, iki gün takılınacak. inka olayına girilecek. sonra meksika'ya çıkılıp maya olayına girilecek. kişisel apocalypto yaşanacak. büyü müyü yapılacak/yaptırılacak. amazonlara dalınacak, bilmemnelere yem olunacak. por çiiile çiiiile çiiiiiiiiiileee! şili'ye, peru'ya, brezilya'ya, meksika'ya gidilecek. dağıldım. küba'ya da gidilecek tabii ki. bi de bolivya'ya gidilecek. ordaki evlere bakılacak. arjantin'e de gidilebilir.. hmm.. öyle işte.. - ve tabii ki avustralya'ya gidilecek. altı ay filan kalınacak. büyük şehirlerinde takılınacak ama daha da önemlisi iç bölgelere gidilecek. o kırmızı kayanın dibinde takılınacak, pagancı olunacak. aborijin filan olmaya çalışılacak. bir çift yürek olayına girilecek. bol bol da paraları incelenecek bu adamların. - bi de iran'da karşı devrim olduktan sonra (olacakmış gibi), oraları şöyle karış karış gezeyim. arap ülkeleri akıllandıktan sonra (akıllanacaklarmış gibi), oraları da karış karış gezeyim. çılgın bi orta doğu turu yapayım yani. bikaç yer daha var da onları yazmıyım artık. bi ara da türkiye'ye gelip bi türkiye turu daha çekeyim istiyorum. ömür yetmez zaten.. ben bunu mantıksız kısmına mı alsam ne yapsam?
(o çellocu hatun bir nedir?!!!)
2- ud, kanun, piyanı, arp, ve çello çalmak.
3- klasik türk müziği icra edebilmek. :p her türlü.
4- anarşist devrim olsun. bütün salaklar da bi şekilde ortadan kalksın. ya da ay'da koloni kuralım. nasa çalışıyo nasıl olsa orda oksijen moksijen yapmaya. oraya gidelim takılalım. (bu da fantastik oldu. mülksüzler özentisiyim, salağım.) bi de para mefhumu kalksın ortalıktan, beyinlerden silinsin.
olmasını istediğim mantıksız şeyler:
1-dexter'ı dünya'daki tüm yöneticilerin üstüne salmak.
2- ermek. sonra da ermiş olmaktan sıkılıp geri dönmek. (dalai lama gibin..)
3- fantastik bi dünyada şirin/hoplayıp zıplayan/pek sevilen bi yaratık olmak. çok çirkin olmamak ve ölümsüz olmak tek şartlarım. bunlar olduktan sonra alelade biri de olabilirim. nasılsa ölümsüz olunca bi noktada sıkılıp sıradışı birine dönüşebilirim.
4- dünya'daki bütün filmleri izlemek / bütün kitapları okumak. (bunu ölümsüz olsam da yapamam o yüzden ölümsüzlüğün bi adım ötesi oluyor herhal)
5- ilyada'daki entrikalı tanrı-tnarıça dünyasının bi üyesi olmak. çılgın çılgın şeyler yapmak. ama hiç ölmemek. zeus'u bile sollamak.
6- varoluşumun nedenini bulmak.
7- dünyadaki bütün saçmalığı "deliğe süpürmek". dinleri ortadan kaldırmak. siyaset fikrini silmek.
8- efsanelerin gerçek olduğu bi dünyada yaşamak. artık tepegöz'den tutun da kral arthur'a kadar her biri. (aynı şeyi yazıp duruyorum sanki.)
9- zaman makinası icat edip zamanlar arasında gezinmek. ama sadece beeeeeeeeennnn! bi de sevdiklerim. ahı ahı ahı. (güzel olduğum kadar küstahım da.)
şu üçlüden de en çok khaled'i seviyorum. (ayrıca abdülkadir'i tanımıyorum ama hastasıyım.) kendisi dünyanın en neşeli insanı galiba. hepimiz şirin olsak khaled "neşeli şirin" olurdu.. laa laa la lal la laaa.. her şarkı söyleyişinde neşeli olabilir mi bi insan yaa? ve şarkılar neşe saçmazken özellikle. o kaşları da hep kalkık. halit hepimizin arkadaşı ol!!! halit'i cezayir'in başbakanı yapmak herhalde anarşizmin bi adım ötesi olurdu. diğer devletlerde de şarkıcılar olsun böyle.. kültürler farklı olsun, diller farklı olsun, şarkılar farklı olsun, ama her yerde millet gülsün oynasın böyle. mükemmel olurdu..! hüzünlü tipler gitsin kuzeyde takılsın mesela; çok istiyolarsa. oralarda "beybi coyn mii in deeet" felan söylesinler, o da güzel. ben buralarda kalıp göbek atarım :) bu arada, göbek atcaz, tamam da, bizim başbakanımız kim olsun? (anket açıyım böyle)
bir diğer şarkısı, en sevdiğim sanırım :) (lise diyor da.. gerisini çözemedim)
aslında bütün şarkılarını koymak isterdim de.. neyse..
beyrut'tayken "biraz arapça müzik dinleyelim" diye tesadüfen almıştık "sahra" kasetini.. allahallaaaahhhh!!!!! aylarca susmadı evde. kardeşimle beraber salonda bunu kasetçalara takıp saatlerce sehpanın etrafında döndüğümüzü hatırlıyorum. sanırım iki hafta kadar sonra annem "yeter artık kusucam bu adam yüzünden! bi daha sesini duymak istemiyorum! parçalarım kasetinizi!" diye çığırarak mutfaktan koşup gelmişti. kendisini sakinleştirip kasedimizi çıkarmıştık. bir iki gün içinde de babam bana walkmenini verdi.. müziğim bağımsızlaştı. ne mesudum. ne anlatıyorum ki ben? o zaman o albümü içmiştim zaten. sonra yıllarca dinleyemedim mide bulantısından. ama bir iki senedir kaldığım yerden devam ediyorum. ne mesudum. bu yazının anlam ve önemini biri bana açıklasın piliiiiz.
bugün persepolis'i izledim. çok çok çok beğendim. hatta, itiraf etmek gerekirse, bu kadar güzel olacağını beklemiyordum. tabii bundaki en önemli sebep, yazar-yönetmen kişisi marjane satrapi'nin ismini şimdiye kadar hiç duymamış olmamdır. bir sebebi de, imkanım olduğu kadar, film hakkında hiçbir şey bilmeden/okumadan izlemeye çalışıyorum artık. zaten sinema konusunda bilgilendikçe işin büyüsü kaçıyor ya, biraz onu muhafaza etmek için... sonuç genellikle iyi oluyor. (hem kaç filme "kötü" dedim ki şimdiye kadar?) anlayacağınız, yine sürpriz oldu :)
filmden bahsetmeme pek gerek yok, özeti her yerde okunabilir. biraz izlenim yazayım bu sefer: öncelikle, marji'nin küçüklüğünün anltıldığı bölümler hiper-matrak statüsünde. küçük kız tam bir bela, küçük cadı. soruyor, soruyor, soruyor.. ailesi de bir o kadar aydın, eğitimli ve açık fikirli. islam devrimi'nin sadece bir geçiş dönemini işaret ettiğini düşünme yanılgısına düşmüş, ümitsiz insanlar. ve de komünist :) bu aile gibi pek çokları vardı iran'da, pek çoğu yurtdışına gitmek zorunda kaldı. filmde ise sadece marji gidiyor avrupa'ya. (şu anda fransa'daymış hatun.) filmin en çok hoşuma giden yanlarından biri, senaryosunun içerden biri tarafından yazılmış olması. bu sebeple güvenilirliği perçinleniyor. ikincisi, üzücü bir belgeselimsi yerine aslında bir kısmi-komedi filmi olması. üçüncüsü de biraz kişisel: film yanlı, ve tuttuğu yanı seviyorum. (tabii ki hikayede türkiye'nin şimdiki dumunu görmem ve iran'dakinin onda birinin olması durumunda aynı şeyi yapacağımı düşünmemi sağmıyorum. onlar cepte.) orta doğu'lu pers kültürünün bizimkiyle benzerliklerini gördükçe de daha bi sevindirik oldum. ince belli cam bardak gibi, çok ince ayrıntılara kadar özenle düşünülmüş. çok düşünceli, çok samimi ve de aktivist bir film.
bittiğinde de aklıma "niyaz" geldi.. ve en güzel şarkılarından "allahi allah"... işte şimdi sizi, bir başka güzel yüzlü iran'lı bir sanatçıyla baş başa bırakıyorum:
"the old appeals to racial, sexual and religious chauvinism to rabid nationalist fervor are beginning not to work. a new consciousness is developing which sees the earth as a single organism. and recognizes that an organism at war with itself is doomed."