tarihe not düşmek istiyorum, ben geçtiğimiz iki günde dokuz film izledim:
perşembe öğleni(!) "ne de çok uyumuşum aaaaaa!" diye çığlık çığlığa kalkıp koydum mar adentro'yu "ah javier ah" diye diye gözyaşı döktüm, içime.. sonra ressam arkadaşım görkem'le buluşup büyük bir hata yaparak the other boleyn girl'ü izledim, "eee? noldu şimdi?" filmle ilgili söylediğim ilk ve son söz oldu (diyeyim de cool olayım). akşam eve gelip ray'in apu üçlemesinin son filmi olan apur sansar'ı izledim, içim şişti. ay bu apu'nun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. adam kime dokunsa ölüyor yaw, yaratık mıdır nedir. neyse dalga geçmiyim, beğendim üçlemeyi. soumitra chatterjee'nin de hastası oldum arada; tesadüfe bakınız ki ilk bu filmde oynamış. oturur izlerim diğerlerini de artık. sonra bi baktyım uykum gelmemiş bi türlü. imaginary friend'im böcük samsa'nın neredeyse geçen senenin bütün filmlerini göndermiş olduğunu hatırlayarak ang lee'den bi se, jie (lust caution) çektim. aman izlemez olaydım! naapmış amcam öyle! "bu adam bu filmleri nasıl çekiyo böyleeeee!" diye ağlaya ağlaya uyudum. ayrıca tony leung chiu wai'ye aşığım, evet.
bu sinema manyaklığı yedi bitirdi beni. sabah kalkınca bir önceki günü tekrar etmek isteği duydum (nedense artık). oturdum los lunes al sol'u izledim (ikinci defa). malum, bardem'i görünce göresi geliyor insanın. sonra da dedim ki chen chang'cığımı görmedim ben uzun zamandır asıl, onu görmem lazım. baktım ki kaplan ve ejderha meğer yokmuş bende, ve yine baktım ki breath varmış. oturdum bi soom yaptım. kim ki duk'la ilişkim az çok hermann hesse'le ilişkime benzediğinden resmen sevdiğimi itiraf etmiyorum. ama izlerim :p sonra da... bi baktım... imkansız aşk hikayeleri modundayım. hemmen bi brokeback mountain izleme isteği geldi, onu da ikinci defa izlemeye direnmedim. ve ang lee'yi imkansız aşkların yönetmeni ilan ettim.. daha erkendi, yıllardır inatla izlemediğim 2046'ya bi bakayım dedim ben de, nasılsa imkansız aşk havamdaydım. tony leung'a tekrar aşık oldum ve "in the mood for love"ı yakın zamanda tekrar izlemeye karar verdim.. uykum gelmeyince what the hell dedim ve "brokeback mountain"ı bir daha izledim. bi yandan ceeeeyyykkkk diye kendimi paralarken bi yandan da "ah be ledger, ölmicektin" diye sayıkladım ama artık çok geçti.. sonra da yattım uyudum.
ve şimdi, "freddieeeeee niye öldüüüüüün" paralanmalarıyla geçen bir sabahtan sonra inatla ders çalışmaya başlamıyorum. okumak bana göre değil mi ne? anladım artık, film izlemek benim için bir kültür-sanat şeysi olmaktan çıkmış çoktan, beynimi uyuşturma arzusuyla ekrana yapışmışım. aksiyonsuz hayatıma aksiyon katıyorum güya. brokeback mountain'daki gibi aşık olup hemen ardından 2046'ya gidiyorum trenle. hindistan'ın bi köyünde ailemin üyelerini kaybediyorum dleirip kendimi yollara atıyorum. sonra da kötü adam'ı baştan çıkarma göreviyle bir ajan oluyorum filan. sonra da hiçbi şey olmuyorum.
babamın sigarayı bırakma yöntemiydi birkaç gün öncesinden üçer paket tüttürüp sigaradan nefret etmek. keşke bana da öyle olsa da bıraksam bu işleri. izlemesem hiçbi şey. olmuyor ama..
"götürün beni buralardan!!!" ya da "emmenez-moi"
Je fuirais laissant là mon passé
Sans aucun remords
Sans bagage et le cœur libéré
En chantant très fort
Emmenez-moi au bout de la terre
Emmenez-moi au pays des merveilles
Il me semble que la misère
Serait moins pénible au soleil
büyüksün be şarl aznavur..
Showing posts with label insanlık hali. Show all posts
Showing posts with label insanlık hali. Show all posts
Saturday, May 31, 2008
Saturday, March 1, 2008
halit başbakan olsun
şu üçlüden de en çok khaled'i seviyorum. (ayrıca abdülkadir'i tanımıyorum ama hastasıyım.) kendisi dünyanın en neşeli insanı galiba. hepimiz şirin olsak khaled "neşeli şirin" olurdu.. laa laa la lal la laaa.. her şarkı söyleyişinde neşeli olabilir mi bi insan yaa? ve şarkılar neşe saçmazken özellikle. o kaşları da hep kalkık. halit hepimizin arkadaşı ol!!!
halit'i cezayir'in başbakanı yapmak herhalde anarşizmin bi adım ötesi olurdu. diğer devletlerde de şarkıcılar olsun böyle.. kültürler farklı olsun, diller farklı olsun, şarkılar farklı olsun, ama her yerde millet gülsün oynasın böyle. mükemmel olurdu..! hüzünlü tipler gitsin kuzeyde takılsın mesela; çok istiyolarsa. oralarda "beybi coyn mii in deeet" felan söylesinler, o da güzel. ben buralarda kalıp göbek atarım :)
bu arada, göbek atcaz, tamam da, bizim başbakanımız kim olsun? (anket açıyım böyle)
bir diğer şarkısı, en sevdiğim sanırım :) (lise diyor da.. gerisini çözemedim)
aslında bütün şarkılarını koymak isterdim de.. neyse..
beyrut'tayken "biraz arapça müzik dinleyelim" diye tesadüfen almıştık "sahra" kasetini.. allahallaaaahhhh!!!!! aylarca susmadı evde. kardeşimle beraber salonda bunu kasetçalara takıp saatlerce sehpanın etrafında döndüğümüzü hatırlıyorum. sanırım iki hafta kadar sonra annem "yeter artık kusucam bu adam yüzünden! bi daha sesini duymak istemiyorum! parçalarım kasetinizi!" diye çığırarak mutfaktan koşup gelmişti. kendisini sakinleştirip kasedimizi çıkarmıştık. bir iki gün içinde de babam bana walkmenini verdi.. müziğim bağımsızlaştı. ne mesudum. ne anlatıyorum ki ben?
o zaman o albümü içmiştim zaten. sonra yıllarca dinleyemedim mide bulantısından. ama bir iki senedir kaldığım yerden devam ediyorum. ne mesudum. bu yazının anlam ve önemini biri bana açıklasın piliiiiz.
Friday, February 22, 2008
kıymet nadir bindebir'e ve tanrıçaya;
sayın goddess artemis, günümü aydınlattınız yorumunuzla :) (aslında karartmaya yakın bir aydınlatma oldu gibi.. hm hm hm.) kıymet nadir bindebir kişisi de "bu delilere dikkat" listemde yerini aldı. sadece birkaç yazısını okudum ama, yine de, -söylemezsem çatlarım- hastası oldum :) kendisinin aslında "kim" olduğu konusunda merakınızı paylaşmakla beraber, aslında gerçek ismini öğrenmenin ne kadar alakasız olacağını düşünmüyor değilim. kendisinin değil de anne-babasının etiketi olacak sonuçta ismi :p neyse, fazla dağılmadan, acaba başka hangi faaliyetlerde bulunuyor, en merak ettiğim bu oldu. yoksa "gerçek adı" ile daha ılımlı yazabileceğini pek sanmıyorum.
bindebir'in fırıldak demirel'le ilgili yazısının sonunda da şunu görünce dayanamadım yine, bir ayaküstü blog yazısı şettireyim dedim: "okuyucuya zihin açan soru: Neden islamiyetten başka hiçbir dinin –kovaladığı- Salman Rushdiesi, Teslime Nasreeni, Theo van Goghu, karikatüristi yoktur?"
kısmi kişisel cevabım: soruyu sorarken kendisinin aklında ne vardı, bilemiyorum. ama bence dinlerin de belli bir ömürleri oluyor, canlılar gibi hani. alınyazısı işte, neylersiniz.. sadece "bugünlerde" en göze batan saçmalıklar islamiyet'le alakalı hususlardan çıkıyor diye diğer dinler daha iyi, daha modern, daha insani, daha cici filan olacak değil bence. kaldı ki, her din, hala, inananlarına da inanmayanlarına da eziyet etmeye devam ediyor. hıristiyanlık ve yahudilik artık "abi" statüsünde olduğu için ortalıkta pek görmüyoruz biz bunları. ama bakmayı bilince, onların yediği haltlar da kabak gibi ortada. bakınız papa.
çok değil, birkaç yüzyıl önce engizisyonda şurda burda yedikleri boklar ortada. ama o kızgın/azgın ergenlik dönemiydi. çocukken bi de evcilik oynardı ya bunlar, meleklerin cinsiyetini filan bulmaya çalışırlardı. yahudilere ne desem boş, isa'yı öldürdüler, daha ne olsun. ama kurban psikolojisi nelere kadir, bi türlü alamadılar hınçlarını, sapıtıp oraya buraya saldırmaya başladılar. ki saldırdıkları insanlar cellatları bile değildi. bakınız filistin.
bu karmakarışık yazıda söylemek istediğim tek şey şu aslında: biraz daha sıkıcak dişimizi mecburen. islamiyet henüz yetişkin bile olmadı. vuracak, kıracak, "herkesten nefret ediyorum" diyip odasına kapanacak. hazırlıkla olmak lazım hani, o bakımdan.
son olarak, yine tanrıça hanıma demek isterim ki; "din benim dinim değil, inanç benim inancım değil" demek bir nebze olsun iç rahatlatsa da, bu benim olmayan din ve inançlar benim değerli hayatımı değersizleştirmeye çalıştıkça susmak pek mümkün olacak gibi görünmüyor. zaten bu işte uzun vadeli bir çözümün olamayacağı belli ama aynı fikirdeki insanların varlığının somut kanıtlarını görebilmek de ferahlatıyor. sonuçta insanız, tanrı değiliz. onay olmasa da en azından etkimize "tepki" almak bile iyi bir şey. tepkiniz için de teşekkür ederim. iyi günler :)
bindebir'in fırıldak demirel'le ilgili yazısının sonunda da şunu görünce dayanamadım yine, bir ayaküstü blog yazısı şettireyim dedim: "okuyucuya zihin açan soru: Neden islamiyetten başka hiçbir dinin –kovaladığı- Salman Rushdiesi, Teslime Nasreeni, Theo van Goghu, karikatüristi yoktur?"
kısmi kişisel cevabım: soruyu sorarken kendisinin aklında ne vardı, bilemiyorum. ama bence dinlerin de belli bir ömürleri oluyor, canlılar gibi hani. alınyazısı işte, neylersiniz.. sadece "bugünlerde" en göze batan saçmalıklar islamiyet'le alakalı hususlardan çıkıyor diye diğer dinler daha iyi, daha modern, daha insani, daha cici filan olacak değil bence. kaldı ki, her din, hala, inananlarına da inanmayanlarına da eziyet etmeye devam ediyor. hıristiyanlık ve yahudilik artık "abi" statüsünde olduğu için ortalıkta pek görmüyoruz biz bunları. ama bakmayı bilince, onların yediği haltlar da kabak gibi ortada. bakınız papa.
çok değil, birkaç yüzyıl önce engizisyonda şurda burda yedikleri boklar ortada. ama o kızgın/azgın ergenlik dönemiydi. çocukken bi de evcilik oynardı ya bunlar, meleklerin cinsiyetini filan bulmaya çalışırlardı. yahudilere ne desem boş, isa'yı öldürdüler, daha ne olsun. ama kurban psikolojisi nelere kadir, bi türlü alamadılar hınçlarını, sapıtıp oraya buraya saldırmaya başladılar. ki saldırdıkları insanlar cellatları bile değildi. bakınız filistin.
bu karmakarışık yazıda söylemek istediğim tek şey şu aslında: biraz daha sıkıcak dişimizi mecburen. islamiyet henüz yetişkin bile olmadı. vuracak, kıracak, "herkesten nefret ediyorum" diyip odasına kapanacak. hazırlıkla olmak lazım hani, o bakımdan.
son olarak, yine tanrıça hanıma demek isterim ki; "din benim dinim değil, inanç benim inancım değil" demek bir nebze olsun iç rahatlatsa da, bu benim olmayan din ve inançlar benim değerli hayatımı değersizleştirmeye çalıştıkça susmak pek mümkün olacak gibi görünmüyor. zaten bu işte uzun vadeli bir çözümün olamayacağı belli ama aynı fikirdeki insanların varlığının somut kanıtlarını görebilmek de ferahlatıyor. sonuçta insanız, tanrı değiliz. onay olmasa da en azından etkimize "tepki" almak bile iyi bir şey. tepkiniz için de teşekkür ederim. iyi günler :)
Saturday, February 16, 2008
(yılların yeni yıl planı kendi kendine hayata geçmeye çalışırken)
çılgın gibi film izlemeye başladığımdan beri neredeyse dört buçuk yıl geçmiş. kolay değil tabii her gün en az bir film izlemek. ama aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bir baktım ki, olsa olsa bir arpa boyu yol gitmişim sinema bilgisi konusunda. sadece izlemek insanı hiçbir yere götürmüyormuş, acı bir şekilde öğrenmiş oldum. tabii konu hakkında deneysel çalışmalarım oldu:
- filmi izlemeden önce üzerinde araştırma yapmak,
- filmi izledikten sonra arkadaşlarla film hakkında konuşmak,
- sinemada veya evde izlemek,
- izlerken not almak (ama çoğunlukla almamak),
- *filmi izlemeden önce -eğer maruz bırakılmamışsam- mümkün olduğunca hiçbir şey bilmemek (seçim aşamasında yönetmene ve imdb puanına bakmak dışında),
- filmi izledikten sonra hakkında yazılanları okumak,
- muhtelif yerli ve yabancı sinema dergilerini okumaya çalışmak,
- yönetmenlerin hayatlarını ve yazdıklarını okumak..
falan filan. acccayip magazinsel yani ;) (yıldızlı madde şu anda yürürlükte olandır.) neyin listesini yaptığımı bile unuttum. neyse işte..
hiçbirinin faydası olmadı. neye olmadı? "anlamak" diyelim.. ya da "okumak" olabilir. ama öyle didik didik analiz etmek değil, sadece çözmek. tabii ki bunun için pek çok şey bilmek gerekiyor. salt sinema bilgisi, yönetmenin bilmemnesi, sinema tarihini ezberlemek filan... yetersiz. genel kültür çok önemli. ve durum böyle olunca insan hiçbir zaman "hah, oldu!" diyemiyor. siyaset, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, sanat tarihi, vb. içmek gerekiyor hepsini. yorucu iş vesselam.
ama hepsinden önemlisi, kulaktan dolma bi şey mi bilmem işin teori kısmı hep "temel" olmalıymış gibi geliyor bana. hem de bütün sanat dallarında. bir romanı daha iyi "anlamak" için onu 50 kere okumak yetmezmiş de illa teorik bi altyapıya sahip olmak gerekirmiş gibi geliyor. ayrıca bu konuyu pek fazla insanla tartışmamış olsam da, tartıştığımda doyurucu yanıtlar alamadım. "başla bi yerden." peki ya nerden?
neyse daha fazla dağılmadan şuraya geleyim: sinema hakkında okumaya karar verdim. geç verilmiş bir karar olsa da artık yeterince altyapım olduğunu düşünüyorum artık. seyirci olarak yani (çok şükür). izledim yani izleyeceğim kadar ve bu izlemeler keyif vermemeye başladı nasılsa. tıkanıyorum resmen. ancak, benim gibi bir maymun iştahlı için çok ilginçtir ki, sinemadan da kopamıyorum. (cinema is my crack, baby.) bu kadar zamanda "eeeeeh" demediysem, devam etmeliyim. (kendime gaz vermeye çalışıyorum, kusura bakmayınız. tabii bu kadar zaman inatla bi seminere filan gitmemiş olmak ayrı mesele. yediremedim mi kendime nedir. onu da geçtim, sinema-tv bölümü dillere destan bir üniversitedeyken bölümün hiçbir dersine girmemiş olmak konusunu da açmadan kapatmam gerek.)
ilk kitabım "bir film nasıl okunur?" resmen bir tuğla efendim. oldukça zor bir işe giriştim yani. (özellikle "a confederacy of dunces"ı iki aydır bitirememiş olduğumu göz önünde bulundurursak.) lollius'u da denetçi olarak atadım. buraya kadar okuyanlardan da bu saçma sapan yazı için özür diler nostalji olsun diye hayat felsefeme çok şey katmış olan şu şarkıyı armağan ederim:
- filmi izlemeden önce üzerinde araştırma yapmak,
- filmi izledikten sonra arkadaşlarla film hakkında konuşmak,
- sinemada veya evde izlemek,
- izlerken not almak (ama çoğunlukla almamak),
- *filmi izlemeden önce -eğer maruz bırakılmamışsam- mümkün olduğunca hiçbir şey bilmemek (seçim aşamasında yönetmene ve imdb puanına bakmak dışında),
- filmi izledikten sonra hakkında yazılanları okumak,
- muhtelif yerli ve yabancı sinema dergilerini okumaya çalışmak,
- yönetmenlerin hayatlarını ve yazdıklarını okumak..
falan filan. acccayip magazinsel yani ;) (yıldızlı madde şu anda yürürlükte olandır.) neyin listesini yaptığımı bile unuttum. neyse işte..
hiçbirinin faydası olmadı. neye olmadı? "anlamak" diyelim.. ya da "okumak" olabilir. ama öyle didik didik analiz etmek değil, sadece çözmek. tabii ki bunun için pek çok şey bilmek gerekiyor. salt sinema bilgisi, yönetmenin bilmemnesi, sinema tarihini ezberlemek filan... yetersiz. genel kültür çok önemli. ve durum böyle olunca insan hiçbir zaman "hah, oldu!" diyemiyor. siyaset, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, sanat tarihi, vb. içmek gerekiyor hepsini. yorucu iş vesselam.
ama hepsinden önemlisi, kulaktan dolma bi şey mi bilmem işin teori kısmı hep "temel" olmalıymış gibi geliyor bana. hem de bütün sanat dallarında. bir romanı daha iyi "anlamak" için onu 50 kere okumak yetmezmiş de illa teorik bi altyapıya sahip olmak gerekirmiş gibi geliyor. ayrıca bu konuyu pek fazla insanla tartışmamış olsam da, tartıştığımda doyurucu yanıtlar alamadım. "başla bi yerden." peki ya nerden?
neyse daha fazla dağılmadan şuraya geleyim: sinema hakkında okumaya karar verdim. geç verilmiş bir karar olsa da artık yeterince altyapım olduğunu düşünüyorum artık. seyirci olarak yani (çok şükür). izledim yani izleyeceğim kadar ve bu izlemeler keyif vermemeye başladı nasılsa. tıkanıyorum resmen. ancak, benim gibi bir maymun iştahlı için çok ilginçtir ki, sinemadan da kopamıyorum. (cinema is my crack, baby.) bu kadar zamanda "eeeeeh" demediysem, devam etmeliyim. (kendime gaz vermeye çalışıyorum, kusura bakmayınız. tabii bu kadar zaman inatla bi seminere filan gitmemiş olmak ayrı mesele. yediremedim mi kendime nedir. onu da geçtim, sinema-tv bölümü dillere destan bir üniversitedeyken bölümün hiçbir dersine girmemiş olmak konusunu da açmadan kapatmam gerek.)
ilk kitabım "bir film nasıl okunur?" resmen bir tuğla efendim. oldukça zor bir işe giriştim yani. (özellikle "a confederacy of dunces"ı iki aydır bitirememiş olduğumu göz önünde bulundurursak.) lollius'u da denetçi olarak atadım. buraya kadar okuyanlardan da bu saçma sapan yazı için özür diler nostalji olsun diye hayat felsefeme çok şey katmış olan şu şarkıyı armağan ederim:
Thursday, February 14, 2008
sevcan ne güzel ne güzel
sevcan benim annem. gerçek ismi değil de takma isimlerden biri oluyor bu. kendisine çoğunlukla babam tarafından takılmış isimlerin hepsini hatırlamak mümkün olmasa da sonlardan birkaç tanesini yazayım yeri gelmişken: sevcan, sevgi, sevtap, çiçek, şadıman, safinaz, boncuk, böcek, ruhi, ponpin, sevgi çiçeği vs. tabii bir de kendisinden bahsederken aile içinde söylediğimiz diğer şeyler: "boyu bi karııış", "canıııım", "çok şeker", "sarı şekerim" vs. o bizim her şeyimiz, evimizin direği, gözümüzün bebeği. hepimiz hastasıyız! (ana gibi yar bağdat gibi diyar olmaz ya hani, geçiyorum buraları)
bazen derim, "ev değil tımarhane burası" :) ama hemen akla gelen tımarhanelerden değil, burası süper bi tımarhane. herkesin ayrı telden çaldığı, dört kişi yerine en az yedi kişi ihtiva ediyormuş hissi veren, devamlı bir gırgır-şamata, hır-gür, kavga-dövüş, kaçma-kovalama, vb hedelerine sahne olan bir yer. sanırım işte bu yüzden, yaşadığımız tüm sorunlara rağmen, evime, benzer şeyler yaşayan diğer arkadaşlarımdan daha bağlıyım. birkça örnek verelim:
mütamadiyen ortalarda dolaşan, küs olmadığımız dönemlerde tıkırdattığı kapı aralığından kafasını uzatıp şirin şirin "napıyosun" diyen, küçüklüğümüzden beri bana ve kardeşime temel osmanlıca bilgisi saylayan bir baba,
apartman ziline basışından eve geldiği belli olan ve hepimizi o anda alarma geçiren, geldiğinde en az yarım saat esip kükreyen, "yemeeeeek! yemek verin banaaaa!" haykırışlarıyla hem yürek burkan hem de sinir bozan, dengesizlikleriyle sürekli taciz eden ama mırıldadığında sevilen bir kızkardeş -ki kendisi öss yaklaştıkça kafayı daha çok yemektedir,
inatla evden çıkmayıp bütün gün kendine iş icat eden, bir zamanlar işle evi aynı anda nasıl çekip çevirdiğine şaştığım, bi buçuk metrelik boyuyla ordan oraya koşuşturup evin tertip-düzen ve asayişini devamlı kontrol eden, pek bi yorulan, ve hayatını resmen ailesine adamış bir anne...
annem soru sorar. sorar da sorar. hasta eder insanı, saç-baş yoldurur, ama sormaya devam eder. soruların muhattabı tarafından terslenince küsüp giden -ve hatta bi keresinde kendisine getirdiğim, yan yana duran anne-çocuk baykuşları, bana olan kızgınlığının ve küskünlüğünün simgesi olarak ayırmıştı- minik bi şey. kısmi cadı. evin neşesi sarılma makinası koalamız. dünyanın en matrak annesi bi de. geçen gün şu sözleri sarf etmiş/ettirmiş kişilik:
(a = anne; y = yavru, yani ben)
y bi kanepede uzanmaktadır, kitap okumaktadır.
a- yavrum üşüyo musun?
y- yok anne, üşümüyorum.
a- yavrum hastasın sen, üşüyorsundur.
y- yok annecim, valla üşümüyorum, saol.
a "peki" dercesine tıkıt tıkır uzaklaşır. yarım dakika sonra elinde bir battaniyeyle y'ye yaklaşmaktadır.
y- napıyosun anne? üşümüyorum dedim ya.
a- olsun, üşüyosundur sen. (bir yandan battaniyeyi y'nin üstüne örter.)
y- anne napıyosun?
a- üşüdüğünü biliyorum.
y'ye "kal" gelir.
böyle matrak bi kadın daha tanımıyorum kardeşim! :)
bazen derim, "ev değil tımarhane burası" :) ama hemen akla gelen tımarhanelerden değil, burası süper bi tımarhane. herkesin ayrı telden çaldığı, dört kişi yerine en az yedi kişi ihtiva ediyormuş hissi veren, devamlı bir gırgır-şamata, hır-gür, kavga-dövüş, kaçma-kovalama, vb hedelerine sahne olan bir yer. sanırım işte bu yüzden, yaşadığımız tüm sorunlara rağmen, evime, benzer şeyler yaşayan diğer arkadaşlarımdan daha bağlıyım. birkça örnek verelim:
mütamadiyen ortalarda dolaşan, küs olmadığımız dönemlerde tıkırdattığı kapı aralığından kafasını uzatıp şirin şirin "napıyosun" diyen, küçüklüğümüzden beri bana ve kardeşime temel osmanlıca bilgisi saylayan bir baba,
apartman ziline basışından eve geldiği belli olan ve hepimizi o anda alarma geçiren, geldiğinde en az yarım saat esip kükreyen, "yemeeeeek! yemek verin banaaaa!" haykırışlarıyla hem yürek burkan hem de sinir bozan, dengesizlikleriyle sürekli taciz eden ama mırıldadığında sevilen bir kızkardeş -ki kendisi öss yaklaştıkça kafayı daha çok yemektedir,
inatla evden çıkmayıp bütün gün kendine iş icat eden, bir zamanlar işle evi aynı anda nasıl çekip çevirdiğine şaştığım, bi buçuk metrelik boyuyla ordan oraya koşuşturup evin tertip-düzen ve asayişini devamlı kontrol eden, pek bi yorulan, ve hayatını resmen ailesine adamış bir anne...
annem soru sorar. sorar da sorar. hasta eder insanı, saç-baş yoldurur, ama sormaya devam eder. soruların muhattabı tarafından terslenince küsüp giden -ve hatta bi keresinde kendisine getirdiğim, yan yana duran anne-çocuk baykuşları, bana olan kızgınlığının ve küskünlüğünün simgesi olarak ayırmıştı- minik bi şey. kısmi cadı. evin neşesi sarılma makinası koalamız. dünyanın en matrak annesi bi de. geçen gün şu sözleri sarf etmiş/ettirmiş kişilik:
(a = anne; y = yavru, yani ben)
y bi kanepede uzanmaktadır, kitap okumaktadır.
a- yavrum üşüyo musun?
y- yok anne, üşümüyorum.
a- yavrum hastasın sen, üşüyorsundur.
y- yok annecim, valla üşümüyorum, saol.
a "peki" dercesine tıkıt tıkır uzaklaşır. yarım dakika sonra elinde bir battaniyeyle y'ye yaklaşmaktadır.
y- napıyosun anne? üşümüyorum dedim ya.
a- olsun, üşüyosundur sen. (bir yandan battaniyeyi y'nin üstüne örter.)
y- anne napıyosun?
a- üşüdüğünü biliyorum.
y'ye "kal" gelir.
böyle matrak bi kadın daha tanımıyorum kardeşim! :)
Saturday, February 9, 2008
Hatırla Sevgili

elitist görünmek istemem, ben de dizi izliyorum. ancak yaptığım pekçok şeyde en önemli kriterim "zevk almak" olduğundan ve şu kazmalıklar diyarındaki kazma diziler insana zevk vermek yerine cinlerini tepesine çıkardığı için yenilere bakmıyorum bile. "hatırla sevgili" de her hafta bir şekilde takip ettiğim tek dizi. iki sene önce kronik cansıkıntısından muzdarip olduğum dönemlere rastlamıştı başlangıcı, takıldım kaldım.
başlarda -resmen izlerken büyüdüğüm- thalia dizilerindeki hikayeler gibi bir kavuşamama hikayesiyle başlayan ama ana konusu kabak tadı verdikçe bu saçmalığın paralel gittiği hicap memleketinin yakın tarihindeki siyasi bunalımlar ve askeri müdahaleler konusu tam tersinde gittikçe daha iyi işlenen bir dizi bu. (cümle kesin düşük müşük olmuştur ama anladınız siz onu.) ve izlemeye devam etmemin tek sebebi, bu ibret alınacak olaylara yer vermesi. belirtmeden geçmiyim, senaristleri de şu bitmez tükenmez ahmet-yasemin kavuşamama saçmalığına bir son verdikleri için tebrik ediyorum. devrimci üniversite gençliğine odaklanmak doğru seçim.
farkındayım, burası türkiye. dizilerin en az 80 yada 90 dakika "bir şey" gösterme zorunluluğu bulunan bir ülkenin bir televizyon kanalında yayınlanan bir dizi, nitelik olarak lost'la, nip/tuck'la, six feet under'la, dexter'la, house'la, rome'la, carnivale'la filan karşılaştırılamaz bile. televizyondan bile para kazanamayanların ülkesindeyiz ne de olsa. ama buna rağmen, ittire kaktıra, o dönemin arşiv görüntülerinin ve gazete manşetlerinin araya sıkıştırıldığı, bir avuç oyuncusuyla o dönemde "sokaktaki adam" imajını gözümüzde canlandırmamıza yardımcı olan bu yapımı türkiye'deki benzerlerinde ayırmak ve takdir etmek lazım. (ya bi de, yazmazsam çatlarım, olabildiğince tarafsız ama biraz da sola çeken bir dizi bu.)
dedim ya, lost çekmiyoruz burda, tabii ki klasik türk dizisi klişelerinden geçilmiyor. ama işte, her hafta koştura koştura çekildiği belli olsa da, iç bayacak kadar uzun süre aynı şeyler gösterilse de izletiyor kendini. oyuncular için ayrı bir yazı yazılabilir tabii, bilindik talihsizlikler işte: sen kalk, ayda aksel, avni yalçın, engin şenkan, laçin ceylan gibi tiyatro efsanelerinin yanına getir o beren saat denen kadını koy başrol oyuncusu diye; o da her allahın bölümünde aynı kurbağamsı surat ifadesiyle yürümeyi bile beceremeden, elini kolunu nereye koyacağını bilememesinden sallayıp duran, ne üzülebilen ne de sevinebilen kazık gibi haliyle orda dursun. ama olsun, biz alışığız böyle şeylere. genç kadrodan en beğendiğim, ne yalan söyliyim, berk hakman. umarım harika bir karakter oyuncusu olur ilerde.
keşke sevgili halkım -illa izleyecekse- bunları izlese. nereden geldiğini -ve muhtemelen nereye gittiğini- görebilse. (yok yani, tabii o dizi izlemekle olacak şey değil de, hani ben şey olsun diye şeettim.. neyse bitti.)
Wednesday, January 23, 2008
çılgın blogcunun çamaşırhane izlenimleri
3 eylül 2007'de bu memlekete ayak bastıktan sonra öğrendiklerimin haddi hesabı yok, malumunuz. ilk defa ailemden hiç kimse yanımda olmadan şehri bırak ülke değiştirdim. tek başına yaşamak deneyimlenmesi gereken bir şeymiş hakikaten, ve bana da pek uygunmuş :) dönüp nasıl duracağım orada birkaç ay bilemiyorum. neyse..
sevgili anneciğimin yokluğu hayatımın pek çok alanına kendini hissettirdi. yemek, temizlik, sabahları uyanmak gibi konularda ne kadar işlevsel olduğunu idrak ettim artık. ama en önemli mevzu çamaşır yıkama mevzusu tabii ki. bugün çamaşırhaneye son ziyaretimi gerçekleştirdim ve kıyafetlerimi gözlemledim. istisnasız hepsi solmuş! bazıları çekmiş! bazıları ise tamamen giyilemeyecek duruma gelmiş:
en çok üzüldüğüm de 2003'te öss'den bir gün önce "istediğimi aldırırım" tribiyle annemle teyzeme zorla kabul ettirdiğim little big tişötümün son nefesini vermek üzere olması. yıllarca bar kıyafetimdi o benim. yer yer çamaşır suyuyla açılmış izlenimi veren siyah bir tişört işte. bi de kırmızı yamaları var. bi de üstünde 48 yazıyo. en çok üzüldüğüm ikinci kaybım da kardeş'te görüp beğendiğim ve buraya gelmeden önce aldığım haki renkli, üzerinde insanın evrimi konulu bir deseni olan ve manidar bir "something, somewhere went terribly wrong" yazısı olan tişörtün solup bitmesi. bu ikisi tam dört yıl arayla alınmış tişörtlerdi, buraya geldiğimde hemen hemen aynı durumdaydı ve şimdi de aynı şekilde can çekişiyorlar. dostlarımı üzecek ve düşmanlarımı sevindirecek bir başka haber de en sevdiğim pembe pijama takımımın lime lime olmasıdır (lollius da hastasıydı bu takımın). herkese ilan ediyorum, sonunda o takımı atıyorum! çöpe! evet, ben. halbuki sonsuza kadar onu giyme hayalim vardı bir zamanlar.
hayatımdaki en önemli üç giyecek gözlerimin önünde eridi yani. e dandik bir çamaşırhanede, dandik bir deterjanla, dandik bir suyla yıkanan kıyafetler ancak bu kadar olur. benim salaklığım hakikaten küçük bir rol oynuyor bu talihsiz hikayede. bu da böyle bir anımdır. şimdi izninizle eralp arkadaşımın şahsıma hediye ettiği puroyu tüttürüciim.
sevgili anneciğimin yokluğu hayatımın pek çok alanına kendini hissettirdi. yemek, temizlik, sabahları uyanmak gibi konularda ne kadar işlevsel olduğunu idrak ettim artık. ama en önemli mevzu çamaşır yıkama mevzusu tabii ki. bugün çamaşırhaneye son ziyaretimi gerçekleştirdim ve kıyafetlerimi gözlemledim. istisnasız hepsi solmuş! bazıları çekmiş! bazıları ise tamamen giyilemeyecek duruma gelmiş:

en çok üzüldüğüm de 2003'te öss'den bir gün önce "istediğimi aldırırım" tribiyle annemle teyzeme zorla kabul ettirdiğim little big tişötümün son nefesini vermek üzere olması. yıllarca bar kıyafetimdi o benim. yer yer çamaşır suyuyla açılmış izlenimi veren siyah bir tişört işte. bi de kırmızı yamaları var. bi de üstünde 48 yazıyo. en çok üzüldüğüm ikinci kaybım da kardeş'te görüp beğendiğim ve buraya gelmeden önce aldığım haki renkli, üzerinde insanın evrimi konulu bir deseni olan ve manidar bir "something, somewhere went terribly wrong" yazısı olan tişörtün solup bitmesi. bu ikisi tam dört yıl arayla alınmış tişörtlerdi, buraya geldiğimde hemen hemen aynı durumdaydı ve şimdi de aynı şekilde can çekişiyorlar. dostlarımı üzecek ve düşmanlarımı sevindirecek bir başka haber de en sevdiğim pembe pijama takımımın lime lime olmasıdır (lollius da hastasıydı bu takımın). herkese ilan ediyorum, sonunda o takımı atıyorum! çöpe! evet, ben. halbuki sonsuza kadar onu giyme hayalim vardı bir zamanlar.
hayatımdaki en önemli üç giyecek gözlerimin önünde eridi yani. e dandik bir çamaşırhanede, dandik bir deterjanla, dandik bir suyla yıkanan kıyafetler ancak bu kadar olur. benim salaklığım hakikaten küçük bir rol oynuyor bu talihsiz hikayede. bu da böyle bir anımdır. şimdi izninizle eralp arkadaşımın şahsıma hediye ettiği puroyu tüttürüciim.
Monday, January 21, 2008
hicap memleketi #1
güne son zamanlarda olduğu gibi korkunç bi paranoyayla başladım. memleketimden uzaktayken beni bir türlü bihaber bırakmamayı amaç haline getirmiş Böcük Samsa arkadaşıma el sallıyorum burdan. her allahın günü Türkiye'nin her türlü saçmalığını gözlerimin önüne sermese olmuyor. kazmaların elinde oyuncak olmuş memleketim.. aaah ah!..
birinci haberimiz "takkeli logoya soruşturma": efendim, Mersin Milli Eğitim Müdürlüğü'nün -kim bilir orda kaç ay kalmış- logosundaki elemanın takkeli olduğu ve sağdan sola okuduğu ortaya çıkmış. bence yanındaki kız çocuğunun başı bağlanmalıydı. 8 veya 9 yaşında gösteriyor zaten. namahrem!
ikinci haberimiz hiper-komik, "Allah'ın sıfatları sorusuna soruşturma": Kırıkkale'de 12 lise kendi aralarında seviye tespit sınavı yapmışlar, devamı şöyle:
"Sınavın Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi bölümünün 25'inci maddesinde yer alan ‘Allah’ın sıfatlarından hangisi yanlış açıklanmıştır?’ sorusunun cevap bölümünde ise ‘A) Deve, B) Sığır, C) Manda, D) Koyun’ şıklarının yer alması, Valilik ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturma başlatılmasına neden oldu." yorumsuz...
birinci haberimiz "takkeli logoya soruşturma": efendim, Mersin Milli Eğitim Müdürlüğü'nün -kim bilir orda kaç ay kalmış- logosundaki elemanın takkeli olduğu ve sağdan sola okuduğu ortaya çıkmış. bence yanındaki kız çocuğunun başı bağlanmalıydı. 8 veya 9 yaşında gösteriyor zaten. namahrem!
ikinci haberimiz hiper-komik, "Allah'ın sıfatları sorusuna soruşturma": Kırıkkale'de 12 lise kendi aralarında seviye tespit sınavı yapmışlar, devamı şöyle:
"Sınavın Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi bölümünün 25'inci maddesinde yer alan ‘Allah’ın sıfatlarından hangisi yanlış açıklanmıştır?’ sorusunun cevap bölümünde ise ‘A) Deve, B) Sığır, C) Manda, D) Koyun’ şıklarının yer alması, Valilik ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturma başlatılmasına neden oldu." yorumsuz...
Friday, January 18, 2008
human management #1
i've defected, as zavala have expressed perfectly in "cicatriz esp"...
i suppose i have a defective public relations department in my brain. (actually, my brain is totally defective.) i cannot get along with people. i can only "pretend" to get along with them. after some time, which depends on my addressee, i show my true face. i just can't put down the rebellion up there.. ("bir ben vardır bende benden içerü")
hmmmm....
(kinda overinspired by the perfecion of the mars volta)
mom always says that the human management is the hardest thing.. (well i don't know why i translated this "insan idaresi" thing like this.. i think i just try to be funny. ehe ehe. but i mean being able to communicate and negotiate with people.. also to appease, sometimes.. or simply to tolerate. fuck!!! who am i to invent english expressions?!.. or concepts.. whatever. just stop reading this.) "mothers know," as tefal have put it perfectly. anyway, everyone/everything puts some things perfectly but not me. human management...
i just can't understand how is it possible for some people to be so "stupid". usually i'm the one who is considered to be infected by incomprehensibility disease-kinda-thing.. i'm psycho. psycho is cool. i'm cool.
well, actually, no! i'm not cool. not because of that.. but, maybe thanks to my arrogance. i like arrogant people. people who are arrogant to some extent. especially when they have the right to be arrogent.
anyway.. others are more incomprehensible than me. everyone is busy with trying to figure out advanced swindling techniques.
the reciprocity thing is really important, but not in the sense that comes to one's mind at first sight. it's like, reciprocity of feelings for each other. (well, what is a feeling anyway?) it's not about to keep a tally of every action that have taken place, but every potential action. (since i haven't experienced telepathy yet, only the actions count.)
to be coninued...
seutured contusion
beyond the anthills of the dawning of this plague
said i've lost my way
even if this cul de sac would pay
to reach inside a vault whatever be the cost
sterling clear
blackend ice
and when they drag the lake there's nothing left at all
i've defected
i suppose i have a defective public relations department in my brain. (actually, my brain is totally defective.) i cannot get along with people. i can only "pretend" to get along with them. after some time, which depends on my addressee, i show my true face. i just can't put down the rebellion up there.. ("bir ben vardır bende benden içerü")
hmmmm....
(kinda overinspired by the perfecion of the mars volta)
mom always says that the human management is the hardest thing.. (well i don't know why i translated this "insan idaresi" thing like this.. i think i just try to be funny. ehe ehe. but i mean being able to communicate and negotiate with people.. also to appease, sometimes.. or simply to tolerate. fuck!!! who am i to invent english expressions?!.. or concepts.. whatever. just stop reading this.) "mothers know," as tefal have put it perfectly. anyway, everyone/everything puts some things perfectly but not me. human management...
i just can't understand how is it possible for some people to be so "stupid". usually i'm the one who is considered to be infected by incomprehensibility disease-kinda-thing.. i'm psycho. psycho is cool. i'm cool.
well, actually, no! i'm not cool. not because of that.. but, maybe thanks to my arrogance. i like arrogant people. people who are arrogant to some extent. especially when they have the right to be arrogent.
anyway.. others are more incomprehensible than me. everyone is busy with trying to figure out advanced swindling techniques.
the reciprocity thing is really important, but not in the sense that comes to one's mind at first sight. it's like, reciprocity of feelings for each other. (well, what is a feeling anyway?) it's not about to keep a tally of every action that have taken place, but every potential action. (since i haven't experienced telepathy yet, only the actions count.)
to be coninued...
seutured contusion
beyond the anthills of the dawning of this plague
said i've lost my way
even if this cul de sac would pay
to reach inside a vault whatever be the cost
sterling clear
blackend ice
and when they drag the lake there's nothing left at all
i've defected
Sunday, January 13, 2008
the museum of laziness
My dreams are coming true! "Laziness" is considered something serious now; something that people think about and, thus, question their lives. After reading all those books aand seing even "magazines" about idleness -which were produced mainly by tom hodgkinson (I mean the ones I read)- now, I saw the news about a museum in Colombia dedicated to idleness. (I won't die with my eyes open..!)
Anyway, the museum is in Bogota and (if you count on my spanish, which I don't speak) the exibition is until the 2nd of march. Go and see!!! =))

http://www.museodebogota.gov.co/programacion.php#header
http://www.anorak.co.uk/strange-but-true/179069.html
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=243774&tarih=08/01/2008
Anyway, the museum is in Bogota and (if you count on my spanish, which I don't speak) the exibition is until the 2nd of march. Go and see!!! =))

http://www.museodebogota.gov.co/programacion.php#header
http://www.anorak.co.uk/strange-but-true/179069.html
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=243774&tarih=08/01/2008
Saturday, January 12, 2008
"üniversite" ve zorla yazdırılan paper'ların üretim aşaması
ö- ya şu paper'ımı yazdığım yere kadar şööyle bi okur musun yaaa?
l- peki gönder, okurum şöyle bi.
ö- süpersin!
...
..
.
ö- ee?
l- benim peypırım da öyle olcak aynen
bi kitabı ittirip durucam makaleye artık
l = lollius (kendisine şuradan ulaşabilirsiniz)
l- peki gönder, okurum şöyle bi.
ö- süpersin!
...
..
.
ö- ee?
l- benim peypırım da öyle olcak aynen
bi kitabı ittirip durucam makaleye artık
l = lollius (kendisine şuradan ulaşabilirsiniz)
Thursday, December 20, 2007
...rhetoric on a doomsday = "galactic violence"

"What we've identified is an act of violence by a black hole, with an unfortunate nearby galaxy in the line of fire," said Dan Evans, the study leader at the Harvard-Smithsonian Center for Astrophysics in Cambridge. He said any planets orbiting the stars of the smaller galaxy would be dramatically affected, and any life forms would likely die as the jet's radiation transformed the planets' atmosphere.
Tuesday, December 18, 2007
başlarken...
insanların neden blog sahibi olduklarını anlamış değilim. şu anda da ne yaptığım konusunda da en ufak bir fikrim yok zaten. ama bununla yaşayabiliyorum.
aksi takdirde -yani blog sahibi olmanın sosyal ve psikolojik sebep ve sonuçlarına odaklanırsam- biraz önce Böcük Samsa ile yaptığım konuşmada olduğu gibi bir zincirleme akıl yürütme nihayetinde kaybolabilirim:
blog > tatmin > zavallılık > mükemmellik > tanrı > "tanrı" > evrim > evrenin genişlemesi > mekanın sabitlenmesi > insanın tanrılaşması > varlık/yokluk > anlam/anlamsızlık > çipler > bilimkurgu > uzaylılar > uzay gemisi > karikatür > yobazlık > amerika
kısaca, gerek yok böyle sorgulamalara. blog sahibi olma sebepleri, bloga yazılanlar ve hatta Blog fikri günlerce tartışılabilir. önemli olan, bunu saçma bulan ya da bulmayan herkesin öyle ya da böyle beyinlerindekileri kusma ihtiyacının karşılanması. blog yapmak da bunun vasat yollarından biri olsa gerek.
maksat anı biriktirmekse, burada birikirmenin pek sakıncası yok.
aksi takdirde -yani blog sahibi olmanın sosyal ve psikolojik sebep ve sonuçlarına odaklanırsam- biraz önce Böcük Samsa ile yaptığım konuşmada olduğu gibi bir zincirleme akıl yürütme nihayetinde kaybolabilirim:
blog > tatmin > zavallılık > mükemmellik > tanrı > "tanrı" > evrim > evrenin genişlemesi > mekanın sabitlenmesi > insanın tanrılaşması > varlık/yokluk > anlam/anlamsızlık > çipler > bilimkurgu > uzaylılar > uzay gemisi > karikatür > yobazlık > amerika
kısaca, gerek yok böyle sorgulamalara. blog sahibi olma sebepleri, bloga yazılanlar ve hatta Blog fikri günlerce tartışılabilir. önemli olan, bunu saçma bulan ya da bulmayan herkesin öyle ya da böyle beyinlerindekileri kusma ihtiyacının karşılanması. blog yapmak da bunun vasat yollarından biri olsa gerek.
maksat anı biriktirmekse, burada birikirmenin pek sakıncası yok.
Subscribe to:
Posts (Atom)
"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur." - Salman Rushdie