Showing posts with label müzik/music. Show all posts
Showing posts with label müzik/music. Show all posts

Saturday, June 7, 2008

"just because i'm losing, doesn't mean i'm lost"




uzun bir aradan sonra "kaybolmuşluk" temalı bir başka şarkıyla daha karşınızdayım (bir önceki için bakınız):
coldplay'in yeni albümü "viva la vida or death and all his friends" hayatıma güneş gibi doğdu, ne mesudum! çok beğendim, coldplay'i biraz sevenlere bile tavsiye ederim; şurdan şettirebilirsiniz.
(ay bi de sonbahar'da brüksel'e konsere geliyolarmış!)

Tuesday, May 20, 2008

sevgili gaykedi;

(dün) sabah isteyip de "haftanın şarkısı köşen"de bir hint şarkısı yayınlayamamış olman pek dokundu.. bugün amor de musica'dan tesadüfen indirdiğim ve tam anlamıyla "hastası" olduğum bu şarkının seni bayık new age şeylerinden az da olsa uzaklaştırmasını dilerim. lüpletiver, dinle. beğenirsen haberim olsun, beğenmezsen sonsuza kadar ağzını açma :)

Monday, May 19, 2008

bozkırkurdu ve fusion yatra

"geceyarı çocukları" adlı başyapıyı bitirdiğimden beri boşluktayım sanki. çoktan beri unuttuğum bir his, romanlarda yaşamak. unuttuğum ve özlediğim. finallerin başlamasına bir hafta kala, inadına daha da giriyorum bu dünyaya. üç dört günlük aranın kafi olduğuna karar verip "bozkırkurdu"na başladım dün gece uyumadan önce. rushdie'nin muğlaklığından beynim yeterince sulandı sanırım :p katılsam da katılmasam da hermann hesse'in nispeten daha kesin yargılara varmasını özlemişim. "siddhartha" ve "narziss ve goldmund"la başlayan hesse serüvenim devam etsin bakalım şaheseri sayılan romanıyla. en baştaki yayıncının önsözü bölümünde öyle bir giriş yazmış ki zaten amcam, "aman allahım nolucak bu adama böyle" demeden edemedim.

"... Ama gözümde biraz daha fazla değer taşıyor bu notlar, onları çağın bir belgesi sayıyorum, çünkü Bay Haller'in ruh hastalığı -bugün biliyorum artık- tek bir kişide rastlanan bir garabet değil, doğrudan çağın hastalığıdır, Bay Haller'in içinde yer aldığı kuşağın bir saplantısıdır; öyle bir saplantı ki, görüldüğü kadarıyla güçsüz ve yetersiz kişilerde değil, daha çok güçlü, alabildiğine aydın ve yetenekli kişilerde rastlanıyor.
Bu notlar -temelinde ne kadar az ya da çok gerçek yaşantı yer alırsa alsın fark etmez- çağın büyük hastalığını, onunla karşılaşmamaya ya da kötü yanlarını maskelemeye çalışarak yenmeye değil, hastalığın kendisini tanımlamaya yönelik bir girişim oluşturuyor. Kelimenin tam anlamıyla bir cehennem yolculuğu, karanlıklara gömülmüş bir ruh dünyasının karmaşası içinde yapılan bir yolculuk, cehennemden bir geçiş, karmaşanın karşısına dikilerek, kötüyü sonuna kadar yaşama istemiyle yürüyerek cehennemi boydan boya bir arşınlayış anlamı taşıyor."

(Hermann Hesse, Bozkırkurdu, s. 22)


bu arada http://amordemusica.blogspot.com/ adlı ultra-hiper-süper site sağolsun çılgın albümler indiriyorum. bi tanesi pek hoşuma gitti: louiz banks (hindistan'ın epey önemli bir müzisyeniymiş) ve pt. ronu majumdar'ın beraber hazırladıkları bir albüm. artık caz mı dersiniz geleneksel hint müziği mi dersiniz.. arada bi şey. (türlerden hiç anlamam zaten.) öneririm albümü, rapidleyiverin. bozkırkurdu'nu okurken de çok güzel gidiyo :) (sondaki "unity" adlı parçanın da kuch kuch hota hai'deki kampta sabah ayini sahnesinde söylenen şarkı olması da hoş bi sürpriz oldu. ama filmden pek hazzetmem o başka..)

Sunday, May 4, 2008

Thursday, May 1, 2008

Bastır! Indiaaa :)


bugün itibarıyla kişisel bollywood sezonumu açmış bulunmaktayım. artık elimden bir uçan bi kaçan kurtulur. emule'ye fazla mesai yaptırmaya başladım bile. bu sabah gelen bi filmle başlıyım dedim: chak de! india.
gayet iyiydi. bildiğiniz gaz spor filmlerindendi ama bollywood için hiper-kalite. aklınıza gelebilecek her türlü bollywood saçmalığı var ya hani, onlar yoktu, öyle diyim. hindistan'ın dünya hokey şampiyonası'na katılacak kadınlar hokey takımının -shahrukh khan tarafından- neredeyse sıfırdan başlanarak çalıştırılması ve sonunda -spoiler olacak ama- dünya şampiyonu olmasının öyküsü. tabii ki bu sonuç takımdan beklenmiyor ama holivud yapınca oluyo da bolivud yapınca olmaz mı? give them a break, yane. (mütamadiyen savunma psikolojisi)

vasat bolly filmlerinden beklenemeyen bi şekilde konuya odaklı gittik. muhtelif ruh hallerinin ve davranışların altında yatan sebepler de gayet iyi açıklanmıştı. konumuz her ne kadar bu hatun kişilerin "çalıştırılması" olsa da üzerinde durulan meselelerin kadın-erkek eşitliği mücadelesi, takım ruhunun geliştirlmesi ve dolayısıyla hindistan'ın "milli" bütünlüğünün sağlanması olması hoştu. (milli bütünlük olayı epey gözümüze sokuluyor aslında: her eyaletten gelen hatunlar geçmişte birbirlerine karşı oynamışlar; kendi eyaletinden ya da sosyal sınıfından olanlarla birbiriyle takılıyolar. bazıları birbirleriyle anlaşamıyor bile, ortak dil yok!) her zamanki jest, mimik ve triplerini sergileyen şahruk da b igüzel hizaya getiriyo bu tipleri. son ana kadar "lan yenilcekler mi acaba?!" diye izletiyor kendini insana bu film. (ama tabii siz bu hissi yaşamicaksınız çünkü sonunu söyledim. ahı ahı ahı! :p ) tabii hatunların birbirlerine kıl olmalarından daha da önemlisi, ülkedeki müslüman-hindu çekişmesinin sebep olduğu kabir khan'ın hayatının karartılması mevzusu da önemli. adam hindistan diye kendini paralasın, millet kalkıp bizi pakistan'a sattın desin. (şu filmlerdeki hindistan milliyetçiliği propagandası da beni öldürüyo. hani ihtiyaç var mı yok mu tartışılır..)

ha bu arada, kimse dans edip şarkı söylemedi. hani bu sebepten bollywood filmlerinden tiksinenler müsterih olsunlar :) ama tabii ki filmde müzik var. sukhwinder singh'ciğim bomba "çak dee o çak dee indiyaaa" şarkısını söylemiş, hastası oldum. siz de dinleyin diye alta youtube'dan video koyayım dedim. bi baktım filmden sonra bu şarkıya klip çekmişler ve şahruk'a blayback yaptırmışlar. "hay ben sizi napıyım!" dedirtti tabii.. son anda böyle bi saçmalık beklemiyodum.. (e ama haksız mıyım? herif zaten filmin başrolünde! bırakın da klipte de sukhwinder'i görelim. adamın neye benzediğini öğrenmek için iki saat foto aratmak zorunda kalmıyım.) ama olsun, şarkı güzel işte, klibe katlanılabilir:

Sunday, April 27, 2008

fanaa ve bollywood


hazır hindistan ataklarımda biri gelmişken sizlere bollywood maceramdan(!) ve en sevdiğim bollywood filminden bahsedeyim: fanaa :) tam bir buçuk sene önce hayali arkadaşım(!) böcük samsa'yla aramızda şöyle bi konuşma geçti:
ben: ya ben hiç bolivud filmi izlemedim. nedir ne diildir bunlar? söylesene bir iki tane indiriyim.
o: valla son zamanlarda şunlar çıktı: fanaa ve black
ben: peki mersi.

ve bu iki filme emule'de tıklarım. önce fanaa gelir. açarım, izlemeye başlarım...
hayatımda bi filmi izlerken bu kadar "oha!" dediğim az olmuştur herhalde. derler ya yeşilçam filmleri gibi, değil. yeşilçam x3 kardeşim! yeşilçam'daki entrikalar halt etmiş. fanaa'da resmen iki filmi birleştirip bir yapmışlar. ve o kadar manyak ki.. tarifi imkansız. güler misin ağlar mısın? sinema diil başka bi şey! filmi hemen ertesi gün annemlere izlettim, bolca sövdüler bana "bu ne böyleee!" diye.. olsun.. bollywood çılgınlığım başlamış oldu.

kişisel görüşüm bollywood sinemasının miladının 2000 yılı olması. hakikaten 2000'den önce ve 2000'den sonra çekilen filmler arasında dağlar kadar fark var. tabii burada bollywood'u biraz daha sınırlandırıp en büyük bütçeli ve en idialı filmlere bakmak lazım, hani şu "en" oyuncuların yer aldığı. (bir büyük aile bunlar! hakakten bakın! hepsi birbirinin kuzeni, amcasının oğlu, babasının arkadaşının oğlu filan; en kötü ihtimalle) dolayısıyla 2000'den önce çekilen filmleri pek beğenmedim. awaara'dan ve mungal-e-azam'dan filan tiksindim, o yüzden başka "klasik" izlemekten itinayla kaçındım.

bi süre kendi içimde bi shahrukh mu aamir mi şçekişmesi yaşadıktan sonra, "ikisi de!" diyebildim, huzurluyum. devamlı şaklabanlık yapan sharhrukh'la ağır abi aamir'in yerleri ayrı. kalbimdeler. bu aralar bayağı uzak kaldım bu filmlerden maalesef.. geçen sene öyle bir sömürdüm ki (günde 3 film izleyerek, yani tanesi üçer saatten günde 9 saat), izleyecek film kalmadı bana. yenilerinin çekilmesini bekliyorum. izledikçe de seçici oluyor ya insan.. yönetmeniyle oyuncusuyla seçiyorum artık filmleri. ama bir bollywood filmi hiçbir zaman normal bi film eğildir, öyle muamele edilmemesi gerekir. beklentileriniz "iyi" bir film filan izlemekse bulaşmayın, kusarsınız. "iyi" bir bollywood filminden beklemeniz gerekenler şunlardır: naiflik, güzel şarkılar ve danslar, güzel/yakışıklı oyuncular, saçmasapan bir senaryo :) küçükken yeşilçam hastası olan birine kesinlikle önerebilirim.

en ilginci de, şimdiye kadar fanaa'yı kime izlettiysem hayran olmasıdır (hepsi kadın tabii ki). hatta birçoğu ilk başta "ya bak emin misin? ben hiç gelemem öyle salaklıklara" demiş, sonradan ben bi kenarda horlarken gözleri faltaşı gibi açılmış ekrana kilitlenmişlerdir. mesela sevgili lollius bunlardan biridir :) (rezil mi ettim? :p)

şimdilik bu kadar yazmış olayım. arkası gelir elbet. aşağıda fanaa'nın en güzel parçası, muhteşem sonbahar görüntüleriyle karşınızda. beni özleyin anacıım, baaay!

Saturday, April 26, 2008

bröton müziğine giriş 1



keltlerle kafayı bozduğum dönemde açmalıymışım bu blog'u. maymun iştahım yüzünden aylardır bu konuda hiçbir şey yazmamışım.
her şey bir gün yanlışlıkla "brian boru"yu dinlememle başladı.....
diye anlatmicam tabii ki, ömür yetmez :) amacım sadece birkaç örnek sunmak.
eski bir denizci şarkısı olan santiano'yla başlayayım dedim. (santiano, geminin adı.) bu aralar radioblogclub'da aralıksız dinlediğim hugues aufray versiyonu yukarda, tıkıldayınız. aşağıda da fransa'nın popstarı "star academy"deki yakışıklıların (!) söylediği daha güncel versiyonu görebilirsiniz. klibi pek beğendim :) (hatunun kaşık çalmasına dikkat..)




not: Böcük Samsa'nın üstüne sevgi kelebekleri salıyorum...

Wednesday, April 23, 2008

Sunday, April 6, 2008

şekerlerimi geri ver brüksel..

"... Aslında Morton bütün o sonu belirsiz yıllar boyunca, istenmediği masalarda kovulmadan önce birkaç dakika daha kalabilmek için çaresizce çırpındığı o yıllar boyunca dedikodu ve skandal konusunda duyularını keskinleştirmişti. Biri belsoğukluğuna mı yakalandı, Morton ne yapar eder öğrenirdi. Kim ne saklamaya çalışıyor, hissederdi. Hiçbir şey belli etmeyen bir yüz ifadesi bile onun telepatik güçlerine yenik düşerdi.
Bir de, halden anlayan iyi bir dinleyici, sempatik biri ya da sırlarınızı açmayı tercih edeceğiniz biri olmadığı halde sizin ağzınızdan laf almayı becerirdi. Bazen onun orada olduğunu unutup, masadaki birine bir şey demiş bulunurdunuz. Bazen de o, araya şahsi, küstah bir soru sokuşturur, siz de farkına varmadan cevaplardınız. O kadar beş para etmeyen bir kişiliği vardı ki, kendinizi korumanızın imkanı olmazdı. ..."

William S. Burroughs ("Café Central'de", Arabölge, s. 60)


morton kişisinden öyle bi tiksindim ki bi an, blogumu okuyanlara sormak istiyorum: morton'dan nefret ettiniz mi bunları okuyunca? yoksa burroughs sadece beni mi etkiliyor?


* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

fransız kültür'den rastgele cd alıp dinleme alışkanlığım mevye vermeye başladı sonunda. bu hafta keşfettiklerim: fréhel ve les rita mitsouko. klasik fransız "şanson" olayına sarmak isterseniz, fréhel'e bayılacaksınız. favori şarkım da "le fils de la femme poisson" :) eşliğinde bale yapıyorum hani, o derece...) les rita mitsouko ise ciddiye alınmayı hak ediyor, bence. sadece "variéty" albümünü dinledim, bütün şarkılar birbirinden güzel. youtube'dan ve kendi sitesinen bakındığım kadarıyla eskiler de fena değil, ama daha çok "çılgın" tanımlamasını hak ediyorlar :) diğer albümlerle ilgili görüşlerimi daha sonra yazarım, diskografinin yarısı inmiş bile. beni ilk vuran catherine ringer'ın sesi oldu. başlarda pek beğenmedim, sonra aşık oldum. tarifsiz ikilemler içindeyim. neyse.. albüm ve grup iyi güzel de, öğrendiğim üzücü bir şey de var: grubun diğer yarısı (gitarist) fred chichin yakın zamanda ölmüş. bulduğum anda kaybettim yani grubu. sitesindeki videolara bi bakın derim.

* * * * * * * * * * * * * * * * * * *

dün gece zapzapzaplarken tv5'te ne görsem beğenirsiniz? neredeyse 200 kişi bi sahneye çıkmış jacques brel'den "amsterdam"ı söylüyorlar. tüylerim anında diken diken oldu tabii, kaçar mı? sonradan anladım ki -birinin sesi acayip tanıdık gelen- iki amca dönüşümlü olarak şarkıyı söylüyor, arada koro da bu ikisine katılıyor.. pek güzeldi. ama tabii "ah jak" dedirtti insana.. onun gibi söyleyemez ki kimse... derken şarkı bitti, bi de ne duyayım? sunucu amca "evet brüksel'den yaptığımız yayın devam ediyor" gibisinden bişiyler demez mi?! naaaassssı yaniiiii?!!! sen grand place'ın ortasına şeffaf, devasa ve çadırımsı bi şey kur, içine doldur bütün brüksel kültür-sanat camiası üyelerini.. (brel'in kızı france brel de ordaydı.) dışarda yağmur (tabii ki) ve şemsiyeleriyle bekleşen insanlar.. hemşehrilerim :) kimler çıkmadı ki o sahneye? şarkıcılar, dansçılar, ve tabii ki çizgiromancılar! philippe geluck'ü görünce de bi "aaaaaa!" demeden duramadım. ama ne yazık ki tam da sonlarına yetişmişim.. pek bi şey seyredemedim. yine de, gecenin en iyi performansına değinmeden geçmemeliyim. adını hatırlamadığım -ve bu yüzden kederlere boğulduğum- bir kız, "les bonbons"u öyle güzel öyle güzel söyledi ki... kimse inanamadı herhalde izleyenlerden. brel'in tarzından da epey farklıydı. hareketleri hala gözümün önünde :) adını bi daha görsem "işte buydu" derim de, işte o zamana kadar beklemedeyim.
bugünkü yazımı bitirirken de, adettendir, bi şarkı bırakayım size. bu kadar brüksel ve brel demişken, tabii ki brel'den bi şarkı olacak bu.. les bonbons :)

Friday, April 4, 2008

Monday, March 31, 2008

" i'm a true fairy "


bugünün konusu jobriath: amerika'nın ilk glam rock şarkıcısı. eşcinsel olduğunu ilan eden ve buna göre yaşayan (ne dedim) ilk şarkıcılardanmış ayrıca. 1969'da david bowie "space oddity" ile zirve yaptıktan sonra -bazılarına göre- bowie'nin amerikancası olarak sahneye çıkıyor jobirath kişisi. ancak muhtelif talihsizlikler sebebiyle (albümün promosyonunun yeterince yapılmaması, eşcinsel olduğunu ilan etmesi, belki de az biraz geçimsiz olması) ikinci albümünü dahi zor çıkarıyor ve müzisyenlikten istifa ediyor.
ilk dinlediğim albümü ikincisiydi: "creatures of the street". hiç beğenmemiştim. meğer ilkinden, kendi adını taşıyandan başlamak gerekiyormuş. "jobriath" albümündeki şarkıların çoğu iyi, bazıları çok iyi. (bence, tabii..) yani, ümit vaadediyormuş aslında.. ikinci albüme bi şans daha vermek lazım belki de.
en çok "take me i'm yours", "be still", "world without end", "i'maman" ve "morning star ship" şarkılarını sevdim.. ("be still" şimdiye kadar dinlediğim en ilginç ilan-ı aşk şarkılarından bu arada.)
aşağıya "i'maman"i ekledim bakalım ne düşüneceksiniz :) en sevilen şarkısı olması dolayısıyla youtube'daki en adam gibi video bunun. topaloğlu kazmasından önceki "uzaylı"mız, fütürist space clown'ımız işte budur:

Sunday, March 30, 2008

"ellerin mektubu gelmiş okunur benim yüreğime hançer sokulur"

yine bi şarkıyla devam edeyim hatta:
"yandı mı bu postaneler yıkıldı mı yoksa"


postadan ne bekliyorsam gelmiyor yaa!!! çıldırıciiim! hangi akla hizmet öyle bi salaklık yaptıysam, beş hafta önce zippo aldım e-bay'den. taaaa amerikalardan. salağım ya, ondan. dandik satıcı önce "senin çakmak çizik çıktı, düşük puan verme diye yolladık zippoya yensini yollicaklar" diye bekletti üç hafta kadar. geçen hafta da mail atmış, "yola çıktı çakmağın, 3-5 günde elinde olur". oldu canım, görürsem söylerim. çakmak makmak yok ortada. gümrüğe mi takıldı diyorum, ama 20 dolarlık bişey yol parası dahil.. olamaz yani.. (diye düüşünüyorum.. ama olabilir mi?)

bi başka şey, yani neden yaptığımı bilemediğim bi faaliyetle alakalı. taaaaa aralık'ta adbusters'a abone oldum. taksim'e her gidişimde robinson'larda sürünmiyim diye.. onlar da düzenli doğru dürüst getirtmiyo ki. ama belki de sorun adbusters'ın dağıtım şeysindedir. ne ocak-şubat, ne mart-nisan sayısı geldi. yetkililere seslendim tabii doğal olarak, "hastayım ben size, niye dergimi gönermiyosunuz, üzüyosunuz beni" dedim.. "biz dergilerinizi yolladık" dedi ryan. bi de adresimi uzun buldu. e napalım kardeşim.. istanbul burası. postada her bi şey kaybolabilir ayrıca... ki kayboldu herhalde...

hadi bunları geçtim, gelmesinler tamam, ama şu master başvurularımın sonuçları gelse artık... gelse de kurtulsam kukumav kuşu gibi düşünmekten. reddedilmişsemde plan felan yaparım ne bileyim hindistan'a gider gönüllü çalışırım. umut etmek iğrenç bi şey. direkt red gelse, en azından, "eh kader" der susarım. hayır yani, muhtemelen ikisinde de ilk aşamada elenmişimdir. niye o anda bi mail atmıyosunuz kardeşim? resmen reddedildiğimi öğrenmeyi napıyom ben öyle antetli kağıtlar felan. "kusura bakma kardeş, beğenmeik" seni diyin.. of ya!!!!!!!!!!!!!

belki de hep bu postacılar yüzünden. hepsi bana karşı komplo düzenlemişler, daha fazla delirtmeye çalışıyolar. hatta postacıalrdan ziyade kapitalist düzene bok atayım: ne demiş deleuze? kapitalizm hherkesi paronayak yapar, pısıp öyle oturursunuz.
neyse işte.. histerik yazımı burda bitirirken, elazığ'dayken her allahın günü söylediğimiz güzel gakkoş türkümüzü paylaşayım sizinle. (youtube da açılmış, blogum tekrar renklenmiş, orman ne güzel ne güzel! ama şu embed şeysini niye kaldırmışlar ki???)

http://www.youtube.com/watch?v=LnYP2jxf0Kk

bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır
bugün posta günü canım sıkılır
ellerin mektubu gelmiş okunur
benim yüreğime hançer sokulur
(evet burdaki amca son dizeyi farklı söylüyo, biliyorum.)

Saturday, March 22, 2008

haftalık rapor

hayvanların var ya hani, gittikleri yere "burası benim" işareti bırakma olayı.. ben de kepek bırakıyorum artık. çok çılgın di mi? ne kadar iğrenç olduğum umrumda bile değil, affedersiniz ama. beynimi yidimmm.

* * * * * * *

yaptıklarımı unutmayayım diye burayı günlüğe çevirdim sanırım.. neyse.. tıraşı kesip yazıyorum. bu hafta allah için ne yaptım?

- fransızca kursuna başadım. o aptal konsolosluğun sınıflarını şunlarını bunlarını yenilemediklerine inanamadım. çağdışı yöntemlerle ders yapmaya çalışıyoruz ve tabii ki olmuyor. dvd çıkalı 10 sene oldu hala video yu ileri geri sarmakla uğraşıyo hocamız. ama en bombası o 50'li yıllardan kalma olduğunu düşündüğüm kasetçalarlar (o zamanlar kaset var mıydı? kasetin çıktığı tarihi alın işte siz). inanılmaz bi şey. bi tanesini çalıp satıcam, acayip para kırarım. (en korktuğum şey de DELF sırasında o kasetçalarları kullanmaları, zerre anlaşılmıyor aletten çıkan sesten.) sınıfım pek dandik olmayan ama götleri arşta insanlarla dolu. "gruplaşmalar var hocam, beni aralarına almıyolaaaaar!" neyse.. almazlarsa almasınlar. hocam o manyak süper giyinen kadın, ayşe. bi insan baştan aşağı mor giyer mi yaaa? hastasıyım.

- hayat çok acımasız.. çılgın dersimin milliyetçilik ödevinin konusunu seçememekteyim.. ama o geldi beni buldu. pazartesi'ye kadar yapılacak ödevin konusu "milli nedir? milliyetçi kimdir?" hasbinallah ve nimel vekil diyorum, başka bişeycikler demiyorum.. bir yandan saçlarımı yolarken diğer yandan onu yazmaya uğraşıyorum. çok kötü olucak, bunu da biliyorum. neyse... sukhwinder singh dinliyorum ya, biraz neş'e saçıyorum arada sırada.

- bollywood'un filmi'si demişken.. "there'll always be stars in the sky" diye garip bi belgesel aldım okuldan. imdb'de felan kaydı yok ve sanırım 20 yıllık filan bi belgesel. bollywood filmlerindeki şarkıları filan anlatıyo. üç tane önemli şey öğrendim belgeselden:
1. sesi ezelden beri kulaklarımı tırmalayan en kıl olduğum bollywood playbackçisi lata mangeshkar kişisi gines'e girmiş 25.000 stüdyo kaydıyla. inanamadım! hoş.. wiki'de de yazıyomuş ama görmemişim.
2. hindistan'da film müzikleri dışında piyasada müzik yokmuş pek. hani.. tahmin ediyodum da, böyle öğrenmek pek bi garip oldu. meşhurolmak isteyen şarkıcı bu film işine girmek zorunda, girince de öyle devam ediyolar zaten. allahtan allah rakka rahman gibi iyi besteciler var da arada sırada doğru dürüst şarkılar çıkarıyorlar... (bayılıyorum adamın tam adını yazmaya.. adı allah ya.. ben olsam çarpardım.)
3. öğrendiğim en önemli şey raj kapoor'un ne kadar "kötü" bi insan olduğuydu.. yani, ölünün arkasından konuşmak gibi olmasın da (ne salak bi laf di mi), ya "kötü" ya da "cahil" bu adam, hayranları kusuruma bakmasın. (ki blogumu okuyan kişilerden raj kapoor hayranı çıkacağını sanmamaktayım ya neyse.) halkı resmen "dolandırarak" paranın dibine vurmuş bi kişi olduğu için yaptığını bi şekilde meşrulaştırma derdindeymiş meğer. ahanda (yaklaşık olarak) bunları söyledi: "halkımız kendi hayatlarında çok mutsuz ve umutsuz. biz de onlara hiçbir zaman sahip olamayacakları hayalleri satıp üç saat için de olsa yüzlerini güldürüyoruz. bunun sevinci bize yeter." pes be raj!!! sokaktaki adam röportajlarında da zavallı hint fakirleri "haftada en az üç kere sinemaya gidiyorum, dertlerimi böyle unutmaya çalışıyorum" gibisinden beyanatlar verdiler. yazık be. awaara gibi dandikötesi bi filmi çektin, parayı kırdın, e sonra allah için ne yaptın? ne faydan oldu bu insanlara?

- "yüksek"(!) kültüre geçelim efendim: dün maaile oturup alegria'yı izledik, gözlerimiz bayram etti. (ahanda fransız kültür'ün bu güne kadar bana en büyük faydası bu olmuştur, deeermişim.) ailecek hastası olduğumuz karakter de şu eleman: yuri medvedev. bulun izleyin derim.

- haftanın en yüksek kültür şeysi olması beklentisiyle un flic'i izledim bi de. hatta berna'yla izledik. pek sevdik tabii ki.. ama le cercle rouge'u bırak, le samurai'nin eline su dökemez bu seferki. yine de "nasıl yaaa? noldu şimdi? bu polis neci? kimin için çalışıyo? ne ilgili var bu adamlarla?" sorularıyla bitirmemiz ilginçti. ayrıca pek çılgın melville klişeleri vardı filmde. klişe dediğime bakmayın, asıl söylemek istediğim şey için kelime bulamadım... ona özgü bişiyler olduğunu anlatmaya çalışıyorum. neyse. alain tabii ki öldürdü yine bizi. ama bu sefer bakışmı olayı abarmış gibi geldi.. öyle yani.. okulda izlediğim filmlerden pek bi şey anlamıyorum ama yine de. evde izlemem lazım bi ara.

* * * * * * *
bu seferki yazı hepsinden kötüydü, farkındayım. idare ediniz artık. bıktım bu okuldan ya teslim-i can eylemek üzereyim! :(
görüşmek üzere...


not: bi de, bilen varsa, şuraya nasıl müzik koyabilirim söyleyebilir mi? tercihen bilgisayarımdan yükelemeyi öğrenmek istiyorum. (çok şey mi istiyorum?) youtube kapandı hayatım karardı resmen.

Friday, March 7, 2008

boli boli boli mangal



bugün bişiyler oldu bana, bloga yapıştım. şu klipleri de koyup gidiyorum artık...
efenim, filmimiz, hindistan'daki ilk isyanı örgütleyenlerden mangal pandey'i anlatan the rising: ballad of mangal pandey. başrolde emirciğim var =)) rani de esas kızımız güya da.. pek bi olayı yok. yalnız şurdan dansta aşmış olduğu klibi görebilirsiniz. varlık gösterdiği tek sahne denebilir. biz daha "ilginç" şarkılara(!) odaklanalım:
öncelikle, yukardaki klibe hastayım. özellikle çingene hatunlara. hala şaşarım hindistan'ta öyle sahneleri olan film nasıl gösterime girdi diye.. bu arada, yamulmuyorsam, şimdiye kadarki en yüksek bütçeli bolivud filmidir bu. yakışır yani. şarkıda da "seni hayırsız, kalbimi çaldın" gibilerinden sözler var. orta yerde tepinen de emir. (saça sakala hastayım tabe.) bi nevi alkollü içki içip böyle oluyo. içmemek lazım tabii.. o beyaz içki neydi unuttum, filmi bi sene önce izlediğim için affedin.
alttaki şarkıya da ayrıyeten hastayım. benden başka da kimse sevmez, onu belirteyim. zaten tamamı söylenmemiş filmde. bizimkiler tam isyan edecekler, toplaşıp "el medet mevla" diyolar. şarkıyı tam olarka çevirebilirim hatta. ama yapmıyorum.. ar damarım çatladı ama yok olmadı henüz.. ayinde hindusu müslümanı birarada (isyanın ve filmin kilit noktalarından). anlaşılacağı üzere takkeliler bizimkiler. ortalıkta gezen tütsücüler bi yana, şarkıyı söyleyen/playback yapan insanın gözleri üstünde durulmalı izlenirken. o nasıl bir yuvarlamadır allahım! dua ederken orgazm olunuyor herhal.. klibin sonlarına doğru bi haberci geliyor, grubun müslüman liderine gidiyor. (emir/pandey ikinci adam gibi ve hindu.. ama insanları en çok gaza getiren o.) kalkarlarken selam verme stillerine de dikkat. (emir aslında müslüman tabii.. soyadı khan, hindistan'daki bütün müslümanlar gibi :p )
bu arada.. derseniz ki bu isyan niye çıkmış.. efenim ingilizler bu hintli askerlere yeni silah getiriyolar ve fişeklerini ağızlarıyla açıp tüfeğe koymaları gerekiyor. ama fişek yapılırken inek ve domuz yağı kullanılmış. inek hindulara kutsal, domuz müslümanalra haram.. ordan gerisini şeedin. olayın sonunda mangal'ı yakalayıp asıyorlar. ama hemen ardından ço kdaha büyük bi halk isyanı çıkıyo ve sonuç olarak ingilizler bu inek/domuz yağı işinden vazgeçiyolar. boyunalrı altlarında kalsın.

Thursday, March 6, 2008

"parle à ma main" aka PAMM

efenim michaël youn adında fransız bi eleman var. hem oyuncu hem komedyen hem radyocu hem bilmemneci bi adam. ama kendisini "şarkıcı kişiliği" ile tanıdım, öyle sevdim, bu alandaki başarılarının artarak devam etmesini temenni ederim. kendisi en kıl olduğum müzik(!) türü olan rap şeycisi. (şindi rap müzik mi değil mi? o zaman hiphop ne? bilmiyom valla.. anladınız siz onu.)
abim bi grup kurmuş, adını da fatal bazooka koymuş, başlamış rapçilerle dalga geçmeye. neyse.. adamın geçmişini bilmiyorum pek. youtube'daki kliplere bakılırsa çok da "hastası olunacak" bi tip değil benim için. gelecekteki çalışmalarını yakından takip edilesi biri ama. bi şarkısı var ki, kopardı beni. paris'e salak gibi grev zamanında gittiğim için ..mı kaldırıp dışarı çıkasım yokken evde oturup bu klibi izlemiştim (çünkü 3 klipten biri buydu). ayrıca erasmus dönemimin son demlerine kısmen damgasını vurmuş olan (belçika'ya geç geldi netekim) bu şarkıyı na aşşada sizlerlen paylaşıyorum. (direkt youtube linkini açarsanız şarkı sözlerinin ingilizce çevirisini de bulabilirsiniz.) yalnız dikkat, klibi lütfen izleyiniz, önemlidir. hayatınız değişecek! eğer izlemez de sadece dinlerseniz 5 yıl, hem izlemez hem dinlemezseniz 10 yıl karabasanlar basar, ona göre.



les mecs ils sont tous nuls ! =))

Wednesday, March 5, 2008

havadan sudan 2

ayrıca, sayın gadjo'dan milyon kere özür diyorum, filmleri hala izle(ye)medim. bir yandan da o yüzden vicdan azabı çekiyorum. kendisine, muhtemelen izlediği bir filmden, süpper bi şarkı yolluyorum:



mastır işi yatarsa hindistan'a gitmeyi tekrar düşünmeliyim.. asıl hayallerimi unutmamalıyım. hatırlıyım diye de yazıyorum buraya. öyle yani, tamamen kişisel :) eeemir sen bizim her şeyimizsin!

Saturday, March 1, 2008

bıdı bıdı bıdı bıdı çekkkirge ebesi

lollius beni ebeleyeli tam bir ay olmuş ve hala bişiycikler yazmamışım. inatla erteleyip duruyorum bu işi. mükemmel bi liste yapma amacı mı güdüyorum nedir? yoksa zaten her bi yazdığım bu listeye girebilecek şeyler diye mi yazmıyorum? her neyse; saçmasapan bir cumartesi sendromu yaşamaktayım, çalışamıyorum. (halbuki sırf çalışmak için einstein sergisine gitmedim ben yaaaa..)
önce müzik şeedelim:



olmasını istediğim mantıklı şeyler:

1- dünyamı gezmek. format muhtemelen şöyle olacak:

- irlanda'da iki yıl olabilir. köyleri, kasabaları görülecek. bol bol içilip dans edilecek. (içki tercihen bira dışında bi şeyler.. dokunuyo da bana.) kitap okunacak. okyanusa bakılıp hayaller kurulacak. ayriş aksanı kapılacak ama sonrasında da, şimdi olduğu gibi, ayriş konuşan herkese gülünecek. (komikler çünkü! ama salak komiklik değil, sadece neşeli/ilginç/şirin/komik bi aksan.) ayrıca bir süreliğine bi yerlere yerleşilebilir.
- hindistan'da bir yıl.. irlanda'da olduğu gibi hiçbir yerde durulmayacak. mütemadiyen gezilecek, karış karış. güneyinin yemekleri, kuzeyinin kışı tecrübe edilecek. keşmir'e gidilecek. mumbai'da takılınacak. hatta en az beş filmde figüran olunacak. özellikle orda burda hakkaten dans eden insanlar var mı, araştırılacak. hintçe pratik yapılacak. fare dolu tapınaklara gizli gizli kedi salınacak.
- avrupa'da üç aylık bir gezi yapılacak. başkentler ve önemli bilmemneler görülecek. daha sonra yazın bir ay kışın bir ay kuzey kutup dairesine girilip ormanda mormanda bi yerde bi kulübede yaşanılacak. (allah beeeee! nassı kopya çektiiiiiiimmm: los amantes del circulo polar) en sonunda paris'e dönülecek ve orda kalınacak artık. o kadar.
- amerika'daysa easy rider, my blueberry nights, motosiklet bakım sanatı, into the wild karışımı bi gezi yapılcak. kuzey amerika kıtası karış karış olmasa da büyük ölçüde gezilecek. özellikle abd ve kanada sınırındaki milli park olayına girilecek. mümkünse birer hafta kalınacak oralarda. kebek iyice bir kolaçan edilecek, hakkaten beni isterlerse vatandaşı felan olunacak. muhteşem kebek filmlerinin çekim ekibinde çalışılacak, hollywood'un götü yere indirilecek. uçuyorum.. kondum. neyse işte, amerikan rüyasının hali nicedir, görülecek. new york'ta kokoşzenginkarısı, los angeles'ta lezbiyen olunacak. şöyle bi bakılacak yani daha ne olsun. akabinde bi araca atlanıp bi sonraki durağa gidilecek.
- güney amerika'da da sadece merak edilen yerler iyice bi görülecek. ne bileyim, maçu piçu'da çadır kurulacak, iki gün takılınacak. inka olayına girilecek. sonra meksika'ya çıkılıp maya olayına girilecek. kişisel apocalypto yaşanacak. büyü müyü yapılacak/yaptırılacak. amazonlara dalınacak, bilmemnelere yem olunacak. por çiiile çiiiile çiiiiiiiiiileee! şili'ye, peru'ya, brezilya'ya, meksika'ya gidilecek. dağıldım. küba'ya da gidilecek tabii ki. bi de bolivya'ya gidilecek. ordaki evlere bakılacak. arjantin'e de gidilebilir.. hmm.. öyle işte..
- ve tabii ki avustralya'ya gidilecek. altı ay filan kalınacak. büyük şehirlerinde takılınacak ama daha da önemlisi iç bölgelere gidilecek. o kırmızı kayanın dibinde takılınacak, pagancı olunacak. aborijin filan olmaya çalışılacak. bir çift yürek olayına girilecek. bol bol da paraları incelenecek bu adamların.
- bi de iran'da karşı devrim olduktan sonra (olacakmış gibi), oraları şöyle karış karış gezeyim. arap ülkeleri akıllandıktan sonra (akıllanacaklarmış gibi), oraları da karış karış gezeyim. çılgın bi orta doğu turu yapayım yani.
bikaç yer daha var da onları yazmıyım artık. bi ara da türkiye'ye gelip bi türkiye turu daha çekeyim istiyorum. ömür yetmez zaten.. ben bunu mantıksız kısmına mı alsam ne yapsam?


(o çellocu hatun bir nedir?!!!)

2- ud, kanun, piyanı, arp, ve çello çalmak.

3- klasik türk müziği icra edebilmek. :p her türlü.

4- anarşist devrim olsun. bütün salaklar da bi şekilde ortadan kalksın. ya da ay'da koloni kuralım. nasa çalışıyo nasıl olsa orda oksijen moksijen yapmaya. oraya gidelim takılalım. (bu da fantastik oldu. mülksüzler özentisiyim, salağım.) bi de para mefhumu kalksın ortalıktan, beyinlerden silinsin.


olmasını istediğim mantıksız şeyler:

1- dexter'ı dünya'daki tüm yöneticilerin üstüne salmak.

2- ermek. sonra da ermiş olmaktan sıkılıp geri dönmek. (dalai lama gibin..)

3- fantastik bi dünyada şirin/hoplayıp zıplayan/pek sevilen bi yaratık olmak. çok çirkin olmamak ve ölümsüz olmak tek şartlarım. bunlar olduktan sonra alelade biri de olabilirim. nasılsa ölümsüz olunca bi noktada sıkılıp sıradışı birine dönüşebilirim.

4- dünya'daki bütün filmleri izlemek / bütün kitapları okumak. (bunu ölümsüz olsam da yapamam o yüzden ölümsüzlüğün bi adım ötesi oluyor herhal)

5- ilyada'daki entrikalı tanrı-tnarıça dünyasının bi üyesi olmak. çılgın çılgın şeyler yapmak. ama hiç ölmemek. zeus'u bile sollamak.

6- varoluşumun nedenini bulmak.

7- dünyadaki bütün saçmalığı "deliğe süpürmek". dinleri ortadan kaldırmak. siyaset fikrini silmek.

8- efsanelerin gerçek olduğu bi dünyada yaşamak. artık tepegöz'den tutun da kral arthur'a kadar her biri. (aynı şeyi yazıp duruyorum sanki.)

9- zaman makinası icat edip zamanlar arasında gezinmek. ama sadece beeeeeeeeennnn! bi de sevdiklerim. ahı ahı ahı. (güzel olduğum kadar küstahım da.)


daha sonra tamamlicam...

halit başbakan olsun



şu üçlüden de en çok khaled'i seviyorum. (ayrıca abdülkadir'i tanımıyorum ama hastasıyım.) kendisi dünyanın en neşeli insanı galiba. hepimiz şirin olsak khaled "neşeli şirin" olurdu.. laa laa la lal la laaa.. her şarkı söyleyişinde neşeli olabilir mi bi insan yaa? ve şarkılar neşe saçmazken özellikle. o kaşları da hep kalkık. halit hepimizin arkadaşı ol!!!
halit'i cezayir'in başbakanı yapmak herhalde anarşizmin bi adım ötesi olurdu. diğer devletlerde de şarkıcılar olsun böyle.. kültürler farklı olsun, diller farklı olsun, şarkılar farklı olsun, ama her yerde millet gülsün oynasın böyle. mükemmel olurdu..! hüzünlü tipler gitsin kuzeyde takılsın mesela; çok istiyolarsa. oralarda "beybi coyn mii in deeet" felan söylesinler, o da güzel. ben buralarda kalıp göbek atarım :)
bu arada, göbek atcaz, tamam da, bizim başbakanımız kim olsun? (anket açıyım böyle)

bir diğer şarkısı, en sevdiğim sanırım :) (lise diyor da.. gerisini çözemedim)


aslında bütün şarkılarını koymak isterdim de.. neyse..

beyrut'tayken "biraz arapça müzik dinleyelim" diye tesadüfen almıştık "sahra" kasetini.. allahallaaaahhhh!!!!! aylarca susmadı evde. kardeşimle beraber salonda bunu kasetçalara takıp saatlerce sehpanın etrafında döndüğümüzü hatırlıyorum. sanırım iki hafta kadar sonra annem "yeter artık kusucam bu adam yüzünden! bi daha sesini duymak istemiyorum! parçalarım kasetinizi!" diye çığırarak mutfaktan koşup gelmişti. kendisini sakinleştirip kasedimizi çıkarmıştık. bir iki gün içinde de babam bana walkmenini verdi.. müziğim bağımsızlaştı. ne mesudum. ne anlatıyorum ki ben?
o zaman o albümü içmiştim zaten. sonra yıllarca dinleyemedim mide bulantısından. ama bir iki senedir kaldığım yerden devam ediyorum. ne mesudum. bu yazının anlam ve önemini biri bana açıklasın piliiiiz.

Tuesday, February 19, 2008

sıkıcılık abidesi tv5

yıllarca bir o yana bir bu yana devrilip yatmanın sonuçlarını görüyorum, şükürler olsun. kurslara git, yetmedi ülkesine git, heriflerin dilini öğreneme bi türlü. sanırım bunu başarabilmiş ender insanlardan biriyim. aklım başıma üç gün önce geldi. "aaaa! 15-16 haziran'da DELF varmış, giriyim bari bi notum olsun." oldu canım.. olsun. b2 al. o da yetmedi c1 filan al. süpersin sen, yaparsın.
gavurun ülkesinde master sevdasına dört ayımı fransızca'ya ayırmaya karar verdim. (blogum da ufaktan "şuna başladım, buna karar verdim" yerine dönüşüyo ya, hadi hayırlısı.) tırsım tırsım tırsmaktayım. kendimi aşmam lazım bu dönem.
asıl sorunumuza gelelim. fransızca öğrenmek isteyen biri bana geldi, "napıyım da öğreneyim" diye sordu, ne derim? klasik cevap: "paso fransızca şarkı dinle, orda burda. mümkünse fransızca altyazılı fransızca filmler izle. olmazsa başka altyazı koy, tercihen ingilizce. al şu tell me more'ları da, kopyala, takıl bunlarla, oyun gibi zaten. bi de ufaktan kitap mitap okumaya çalış. şarkıların sözlerine de internetten bakmayı unutma. arada sırada sözlük de karıştırırsan aşar gidersin."
bunları böyle sıralayınca, bi de müstakbel kursumuzu eklersek, hakikaten aşıp gitmek icap eder, değil mi? ama olmicak öyle, o da belli. 11 yıldır ingilizce öğrenme sürecinde olmak toefl'dan çıkınca "hasss... nassı yaa! o spiiking neydi öylee?!" dememe engel olamamışken -ki sınav beni en son korkutan şeydir, bu kadar da kendime güvenirim- fransızca'da durum nasıl olacak bilinmez. bu hissiyatlar içinde açtım tv5 izliyorum yine üç gündür. tanrılarım! o ne sıkıcılıktır! yani bildiğiniz fransız sıkıcılığı + trt2 diye düşünün. ama trt2 tv5'i hakikaten döver. sanırım elli yılda bir iyi bir gösteriyorlar. vasat fransız filmlerinin hali ortada. hepsinde gerard depardieu, daniel auteuil, juliette binoche vb oynamıyor. hele bi de dizileri var ki, ne siz sorun ne ben söyliyim. burun kıvırdığımız binikiyüz gece, kopuk kanatlar, yaralı parmaklıklar filan yanında lost kalır. işte ancak blog yazarken arkada fon yapsın diye açılacak bir kanal. neyse ki teletext'ten fr altyazısını buldum kanalın da okumaya çalışırken saçmalıklar arada kaynıyo azcık.
fransız sıkıcılığı demişken şimdi, adamların hakkını da yemeyelim, pek çılgın kimseler çıkıyo bu fransızlardan. bi de böyle, ülkeleri güzel ya hani (yavşaklık modu).. facebook'taki quizde de "ilerde paris'te yaşican" dediler ya bana... ondan yani.. hani kaderim benim oralar. soğuk ama.. olsun artık o kadar da. (işte şu anda kendimden tisssskiniyorum!)
özüme dönmek gerekirse, fransızlar kötüdür. cennet vatanımızı bölmek istemişlerdir. hala da istemektedirler. bu yüzden ben gidip onlara hadlerini bildircem. türk'ün gücünü dünyaya göstercem! (bu nası?) şu iğrenç üsluba da bi çözüm bulmalıyım...
bitirirken de sizi bi başka şarkıyla baş başa bırakıyorum. zazie'den "je suis un homme" (ben bir insanım). asıl adı "Isabelle Marie Anne de Truchis de Varennes" imiş. soylu x 2 yani. (benim öyle adım olsa kalemden çıkmazdım.) "totem" albümü de korkunç olmuş, böyle güzel bi şarkı araya nasıl sıkışmış anlamadım. son olarak şarkıdaki küresel ısınma'ya dokundurma olayını pek sevdik, hastasıyız. gidip cnbc-e'de 50. defa "as good as it gets"i izliyim.

Saturday, February 16, 2008

(yılların yeni yıl planı kendi kendine hayata geçmeye çalışırken)

çılgın gibi film izlemeye başladığımdan beri neredeyse dört buçuk yıl geçmiş. kolay değil tabii her gün en az bir film izlemek. ama aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bir baktım ki, olsa olsa bir arpa boyu yol gitmişim sinema bilgisi konusunda. sadece izlemek insanı hiçbir yere götürmüyormuş, acı bir şekilde öğrenmiş oldum. tabii konu hakkında deneysel çalışmalarım oldu:
- filmi izlemeden önce üzerinde araştırma yapmak,
- filmi izledikten sonra arkadaşlarla film hakkında konuşmak,
- sinemada veya evde izlemek,
- izlerken not almak (ama çoğunlukla almamak),
- *filmi izlemeden önce -eğer maruz bırakılmamışsam- mümkün olduğunca hiçbir şey bilmemek (seçim aşamasında yönetmene ve imdb puanına bakmak dışında),
- filmi izledikten sonra hakkında yazılanları okumak,
- muhtelif yerli ve yabancı sinema dergilerini okumaya çalışmak,
- yönetmenlerin hayatlarını ve yazdıklarını okumak..
falan filan. acccayip magazinsel yani ;) (yıldızlı madde şu anda yürürlükte olandır.) neyin listesini yaptığımı bile unuttum. neyse işte..

hiçbirinin faydası olmadı. neye olmadı? "anlamak" diyelim.. ya da "okumak" olabilir. ama öyle didik didik analiz etmek değil, sadece çözmek. tabii ki bunun için pek çok şey bilmek gerekiyor. salt sinema bilgisi, yönetmenin bilmemnesi, sinema tarihini ezberlemek filan... yetersiz. genel kültür çok önemli. ve durum böyle olunca insan hiçbir zaman "hah, oldu!" diyemiyor. siyaset, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, sanat tarihi, vb. içmek gerekiyor hepsini. yorucu iş vesselam.
ama hepsinden önemlisi, kulaktan dolma bi şey mi bilmem işin teori kısmı hep "temel" olmalıymış gibi geliyor bana. hem de bütün sanat dallarında. bir romanı daha iyi "anlamak" için onu 50 kere okumak yetmezmiş de illa teorik bi altyapıya sahip olmak gerekirmiş gibi geliyor. ayrıca bu konuyu pek fazla insanla tartışmamış olsam da, tartıştığımda doyurucu yanıtlar alamadım. "başla bi yerden." peki ya nerden?
neyse daha fazla dağılmadan şuraya geleyim: sinema hakkında okumaya karar verdim. geç verilmiş bir karar olsa da artık yeterince altyapım olduğunu düşünüyorum artık. seyirci olarak yani (çok şükür). izledim yani izleyeceğim kadar ve bu izlemeler keyif vermemeye başladı nasılsa. tıkanıyorum resmen. ancak, benim gibi bir maymun iştahlı için çok ilginçtir ki, sinemadan da kopamıyorum. (cinema is my crack, baby.) bu kadar zamanda "eeeeeh" demediysem, devam etmeliyim. (kendime gaz vermeye çalışıyorum, kusura bakmayınız. tabii bu kadar zaman inatla bi seminere filan gitmemiş olmak ayrı mesele. yediremedim mi kendime nedir. onu da geçtim, sinema-tv bölümü dillere destan bir üniversitedeyken bölümün hiçbir dersine girmemiş olmak konusunu da açmadan kapatmam gerek.)
ilk kitabım "bir film nasıl okunur?" resmen bir tuğla efendim. oldukça zor bir işe giriştim yani. (özellikle "a confederacy of dunces"ı iki aydır bitirememiş olduğumu göz önünde bulundurursak.) lollius'u da denetçi olarak atadım. buraya kadar okuyanlardan da bu saçma sapan yazı için özür diler nostalji olsun diye hayat felsefeme çok şey katmış olan şu şarkıyı armağan ederim:



"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur."
- Salman Rushdie