Sunday, January 27, 2008

my dream is to fly over the rainbow so high

rise up rise up rise up rise up... tonight was the best possible farewell to my life in brussels i could have ever imagined. partying very near to home -in botanique- with a few of my closest friends.. fortunately, i was sooo in the mood that everyone was surprised =))
actually the party was the last meeting for the gay & lesbian festival, with all those wonderful david guetta, shakira, justin timberlake songs. (yeah.. it's "me" who is writing these...) i'm soooooo "high" that i'd like to thank everyone i knew here!

p.s. actually i wanna sleep but it's impossible because of the pain in my feet..!

Saturday, January 26, 2008

tanrıça şebnem

bu konseri izlediğim/dinlediğim esnada etkisi altında bulunduğum (en önemlisi Eralp olmak üzere, st.malo'dan getirdiğim armut şarabı da dahil) bilumum keyif verici maddelerden midir nedir, ben beş saat önce aşık oldum.
ikinci albümden sonrasını reddedenlerdendim, "bu kadın da bozdu" diyenlerdendim; yanılmışım. artık kendisini daha yakından takip edeceğim herhalde.
konser hakkında hiçbir şey söylemek istemiyorum; anlaşılmaz, yaşanır. ama ben de söylemeden geçmeyeyim, izlediğim en iyi konser dvd'lerinden biridir. metin türkcan ve buket doran ayrı birer bomba zaten, geçiyorum.
bi de bi de, 22 şarkıdan biri orta sonda manyaklar gibi dinlediğim "oyunun sonu"!!! hayretlerim şaşaraktan dinledim.

Thursday, January 24, 2008

tam 15 yıl oldu.


"bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına. batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.

korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi!"


uğur mumcu - "sesleniş", cumhuriyet (25 ağustos 1975)

kayan bir yıldız daha...

"10 things i hate about you" ile hayatıma giren, "brokeback mountain"da hayran kaldığım, "candy"sini ve "i'm not there"ini pek bir merak ettiğim, "the dark knight"ını deli gibi beklediğim oyuncu heath ledger evinde ölü bulunmuş. maalesef.
29 yaşındaymış daha.. ölüm sebebinin aşırı dozda uyuşturucu olduğu sanılıyormuş.. ister istemez aklıma river phoenix geldi.. daha bir üzüldüm.

http://www.ntvmsnbc.com/news/433980.asp

Wednesday, January 23, 2008

çılgın blogcunun çamaşırhane izlenimleri

3 eylül 2007'de bu memlekete ayak bastıktan sonra öğrendiklerimin haddi hesabı yok, malumunuz. ilk defa ailemden hiç kimse yanımda olmadan şehri bırak ülke değiştirdim. tek başına yaşamak deneyimlenmesi gereken bir şeymiş hakikaten, ve bana da pek uygunmuş :) dönüp nasıl duracağım orada birkaç ay bilemiyorum. neyse..
sevgili anneciğimin yokluğu hayatımın pek çok alanına kendini hissettirdi. yemek, temizlik, sabahları uyanmak gibi konularda ne kadar işlevsel olduğunu idrak ettim artık. ama en önemli mevzu çamaşır yıkama mevzusu tabii ki. bugün çamaşırhaneye son ziyaretimi gerçekleştirdim ve kıyafetlerimi gözlemledim. istisnasız hepsi solmuş! bazıları çekmiş! bazıları ise tamamen giyilemeyecek duruma gelmiş:
en çok üzüldüğüm de 2003'te öss'den bir gün önce "istediğimi aldırırım" tribiyle annemle teyzeme zorla kabul ettirdiğim little big tişötümün son nefesini vermek üzere olması. yıllarca bar kıyafetimdi o benim. yer yer çamaşır suyuyla açılmış izlenimi veren siyah bir tişört işte. bi de kırmızı yamaları var. bi de üstünde 48 yazıyo. en çok üzüldüğüm ikinci kaybım da kardeş'te görüp beğendiğim ve buraya gelmeden önce aldığım haki renkli, üzerinde insanın evrimi konulu bir deseni olan ve manidar bir "something, somewhere went terribly wrong" yazısı olan tişörtün solup bitmesi. bu ikisi tam dört yıl arayla alınmış tişörtlerdi, buraya geldiğimde hemen hemen aynı durumdaydı ve şimdi de aynı şekilde can çekişiyorlar. dostlarımı üzecek ve düşmanlarımı sevindirecek bir başka haber de en sevdiğim pembe pijama takımımın lime lime olmasıdır (lollius da hastasıydı bu takımın). herkese ilan ediyorum, sonunda o takımı atıyorum! çöpe! evet, ben. halbuki sonsuza kadar onu giyme hayalim vardı bir zamanlar.
hayatımdaki en önemli üç giyecek gözlerimin önünde eridi yani. e dandik bir çamaşırhanede, dandik bir deterjanla, dandik bir suyla yıkanan kıyafetler ancak bu kadar olur. benim salaklığım hakikaten küçük bir rol oynuyor bu talihsiz hikayede. bu da böyle bir anımdır. şimdi izninizle eralp arkadaşımın şahsıma hediye ettiği puroyu tüttürüciim.

belki de hakikaten bir ben vardır bende benden içerü

hani hep derim ya "insan hayatta her şeyi deneyimlemelidir" diye -sanki hayatımız bir case'miş de üzerinde çalışılıyormuşçasına. o her şey sınır tanımayan bir şey işte. ama aynı zamanda bir ideadan öteye gidemiyor bu sebepten. ama olsun.. hayalgücünün sınırları yok..
benim için hala bir efsane olan bir diğer ursula k. leguin harikası "the left hand of darkness"ta olduğu gibi bir çılgın cinsiyet kavramı düşünün. böyle bir çılgın ama bundan biraz farklı olsun. insanların hayatlarının ortasında bir cinsiyet değişimi geçirdiğini mesela. kadın doğup ortada bir yerde erkek olup öyle ölmek gibi. ya da tam tersi. (hoş, bu "ortada"nın çok ortada olursa insana ölüm zamanını bildirme gibi bir özelliği olur ya, onu erteleyelim biraz.) ya da şöyle olsa: istediğimiz zaman, bir defaya mahsus, cinsiyetimizi değiştirelim. (bahsettiğim dünyada böyle bir şeyi istemeyecek biri yok, sadece hangisini daha çok beğendiğini bilenler var. ya da içten içe "o" halini sürdürüp süremeyeceğini bilenler diyelim..) ve bunu saklama gereği duymayacak hiç kimse. hayatı gayet normal bir şekilde devam edecek.


... (trippin' ..noir désir.. trippin') ...

ensemble, maintenant
on peut prendre la fuite

disparus, pfffuit

avant qu'ils aient fait ouf


j'y pense encore

j'y pense

j'y pense encore

j'y pense

j'y pense

j'y pense...



romantik evrim anlayışım sebebiyle bu ihtimali çoooook uzak gelecekte de olsa düşünebiliyorum. (bedenlerimizde bir düğmeyle doğmamızı değil de beynin evrimleşmesi sebebiyle gelişmiş ameliyat teknikleriyle cinsiyet değişiminin gerçekleştirilebileceğini.) şimdiki beynimle tabii ki bana da en azından "höh" dedirtiyor ama, korkmayınız, şöyle buyrunuz:
hadi ben deliyim, zaten aklım da başımda değil; psikologlardan, psikiyatristlerden, fizikçilerden, kimyagerlerden, biyologlardan, pratisyenlerden, papalardan, psikoposlardan, patriklerden, müftülerden, mollalardan, imamlardan, lamalardan, yogilerden, öğretmenlerden, öğrencilerden ve bir de penguenlerden ve maydanozlardan mürekkep bir heyet buna "olabilir" deseeee..... ve bir akl-ı evvel de kalkıp böyle bir "şey"in şimdiki koşullarda nasıl sonuçlar doğurabileceğini merak etse ve (deneysel) akademik bir araştırmaya girişse:
asrın sosyal ve psikolojik projesi olur vallahi billahi..! e peki verili dünyamızda (hani "burda yapılmışı var" hesabı) deney objesi olarak kimi/nasıl birini kullanırdı? cevap veriyorum: süjesiniii. o akl-ı evvel bensem kobay benim, alem buysa kral benim. bu noktada şu soruyu sormak lazım: "ben" nasıl biriyim? ama yemezleeeer... o yüzden hipotetik bir ideal "ben" yaratıciiz:
ben hayatta istediklerinin bir kısmını elde etmiş, eğitimli, "normal" bir çocukluk ve gençlik geçirmiş, pek çok şeyden biraz almış, eğitimli, açık fikirli, biseksüel, objektivite manyağı, derdini anlatabilmesine yarayan vasatın üzerinde bir zekaya sahip ve kediden daha meraklı biriyim. (bu liste daha çoook uzar, derdim başka.) bir kadınım, bir de erkeğim. objesi olduğum araştırmayı bizzat ben kendim yaptığım için -nispeten- "en" güvenilir bilgiye ulaşabilirim.

( yazar, bertrand'ın "son style 1"de alleeeeez demesiyle irkilir. yürrü beee anlamında.. )

tabii böyle bir araştırmadan gelecek veriler düzgün organize edilmeli ve özellikle tek bir amaca yoğunlaşılmalı. (her şeyi araştırıp yazmaya zaten insanın ömrü yetmez.) mesela içinde yaşadığımız toplumun buna tepkisi ne oluyor? (binyıllar sonrasının tarih kitaplarına ilginç bir referans kaynağı bıraksın hani.) ya da -eğer muhteşem bir şekilde dönüş(türül)ebilmişse- dışardan herhangi bir müdahale olmadan böyle bir şeyin insanın psikolojisi üzerindeki etkileri araştırılabilir........... Mİ?


not: umarım potansiyel transseksüel okuyucularım için rencide edici herhangi bir şey yazmamışımdır. tekrar belirtmeliyim ki kobayımız bu değişimi sadece "öylesine" kabul etmiştir, kafadakilerin değişmesi işi hormon takviyelerine kalmıştır mesela. aman yanlış anlaşılmayayım yani.

.. "i'm lost but i'm not stranded yet" ..

kaybolma/kaybolmuşluk/kayıplık temalı şarkılar listemde başı çeken parçayı sevgili blog okurlarımla paylaşmak isterim. Noir Désir'den Lost : kanımca bu şarkı "des visages des figures" albümünün şampiyonudur. her ne kadar grubun kliplerini pek beğenmesem de bu şarkının nispeten iyi bir klibi olduğunu düşünüyorum. eleştirilere açığım, yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim. (bertrand'cığıma dil uzatanı tehdit etme amaçlı hançerimi masa altından hissettirir saygılar sunarım.)

"Le Cri… Un spectacle dur, optimiste et humaniste par-dessus tout !"

son iki haftama sıkıştırılmış yoğun kültür/sanat programım çerçevesinde bu akşam "ha şuracıkta" olan botanique'deki bir tek kişilik oyuna gittim. oyunumuzun adı Le Cri. sanırım türkçe'de en çok "haykırış" versiyonu uyar.. "festival gay et lesbien de belgique" kapsamında sergilenmeye başlanmış, bir hafta boyunca oynayacakmış.
öncelikle oyunun çok çok çok güzel olduğunu söylemek isterim. anlayabildiğim kadarıyla çok beğendim (puuu benim fransızca'ma). nevi şahsına münhasır bir gay'in hayatını doğumdan itibaren konu alan oyun şizofrenik diyaloglarla sürüyor. pandora'nın kutusunu andıran o siyah çantadan neler çıkmıyor ki..? (girişte biletimi ararken kaçırdığım) doğum sahnesini takiben, rahme varmadığı vakitlerdeki ana-baba seçimi, bebeklik, çocukluk, anne ve özellikle baba figürleri, çocukluk, oyun dönemindeki arkadaşlık, ilkgençlik, ergenlik bunalımları, üniversite, kadınlar, evlilik, erkeklere olan ilginin suyüzüne çıkışı, erkekler, ayrılışlar, aşk, (arada birtakım sosyal gerçeklikler: bir yerlerde bomba filan patlıyordu), acı, ölüm, ve hayatın anlamını buluş... (en sonda "hayat anahtarı"nı gitti bi adama verdi ama çok üzüldüm; oyun süresince göz kontaktını azami seviyede tutmaya çalışmıştım, onun izin verdiği kadarıyla..)
tekroldeki adamımız jean-noel delfanne (e'nin üstünde ö'deki şirin noktalardan var, "aksan corn flakes") isminde 26 yaşında bir belçikalı. birkaç öyle bir oyunda pasolini imiş, herkes hastası olmuş. çok iyi bir aktör, adeta yaşıyor anlattıklarını. ama artık gençliğin verdiği bir şey midir, bilemem, biraz abartılıydı sanki. yine de pek sevdim kendisini, gözlerime bakınca dondum kaldım. oyunu yazıp sahneye koyan da marc weidemann isminde 44 yaşında bir belçikalı imiş. kendisini, oyunun sonunda adı söylenip sahneye çağrılana kadar, yergösterici sanmıştım. (hoş, bendeniz kararmış salona girip ordan oraya çarparken "şuraya oturabilirsin" demesi dışında pek bir şeyini görmedim. çok çakal birisi, geldi köşeye oturup insanların nabzını tuttu adeta.)
oyunun sonlarında da yaşamın sırrını söylememiş, gösterip de vermemiştir. işte bu da böyle bir ekşisözlük entry'si sonudur.

yine bilmediğimiz bir şey öğrenmedik: a chacun sa vie..! (a'nın üstü entel-dantel ressam şapkalı)

Monday, January 21, 2008

hicap memleketi #1

güne son zamanlarda olduğu gibi korkunç bi paranoyayla başladım. memleketimden uzaktayken beni bir türlü bihaber bırakmamayı amaç haline getirmiş Böcük Samsa arkadaşıma el sallıyorum burdan. her allahın günü Türkiye'nin her türlü saçmalığını gözlerimin önüne sermese olmuyor. kazmaların elinde oyuncak olmuş memleketim.. aaah ah!..

birinci haberimiz "takkeli logoya soruşturma": efendim, Mersin Milli Eğitim Müdürlüğü'nün -kim bilir orda kaç ay kalmış- logosundaki elemanın takkeli olduğu ve sağdan sola okuduğu ortaya çıkmış. bence yanındaki kız çocuğunun başı bağlanmalıydı. 8 veya 9 yaşında gösteriyor zaten. namahrem!

ikinci haberimiz hiper-komik, "Allah'ın sıfatları sorusuna soruşturma": Kırıkkale'de 12 lise kendi aralarında seviye tespit sınavı yapmışlar, devamı şöyle:
"Sınavın Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi bölümünün 25'inci maddesinde yer alan ‘Allah’ın sıfatlarından hangisi yanlış açıklanmıştır?’ sorusunun cevap bölümünde ise ‘A) Deve, B) Sığır, C) Manda, D) Koyun’ şıklarının yer alması, Valilik ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturma başlatılmasına neden oldu." yorumsuz...

Saturday, January 19, 2008

19 Ocak'ta ne olmuştu?

"corre Antonio !"

ken loach bana yaşamayı zehretti valla. hem de bunu öyle soğukkanlı bir birçimde yapıyor ki, saçını başını yolası geliyor insanın. bugünkü olay mahalli brüksel'deki "sinema müzesi"ydi. dört ay boyunca gitmeyi ertelediğim yer. aptallığım yüzünden sinema seminerlerini ve yüzlerce muhteşem filmi kaçırdığım yer.. bu ayki programda sürüsüne bereket ingmar bergman ve ken loach filmleri.. fransızca altyazılı isveççe film izleme fikri tüylerimi diken diken ettiği için rahmetliye hiç yanaşmıyorum bile. loach ayı yaptık bu ayı demek ki.. her neyse.
laura'yla gittiğimiz filmin ismi carla's song. biliyorum, ikinci olacak ama, tipik ken loach filmi işte :) yamultup bırakıyor adamı. ağzı burnu kayıyor insanın. dünkü filmde olduğu gibi, film hakkında hiçbir şey bilmeden (imdb'den bile bakmadan) gittim bugünküne de. böyle olunca daha bir vurucu oluyor. balyoz gibi iniveriyor. ken abim affetmez tabii.
"ben olsam ne yapardım?" diye düşündüm. bir dilemmadan kurtulamadan bir başkasına düştüm. bitince de salondan nasıl çıktığımı bilemedim zaten. filmin bütünü her ne kadar mükemmelden çok uzak olsa da loach'un amacına ulaşabildiği çok açık. yarım saat kadar bir ağzını-bıçak-açmazlık çöküyor insanın üstüne; o kontr-gerillaların köyleri basıp allah ne verdiyse yağdırmaları gözünün önünden gitmiyor. bu bir nedir? bir insan, bir diğer insana bunu nasıl yapar?
sonra.. tekrar düşününce.. hakikaten her şey insanlar için. yapar. insan bu. her şeyi yapar, yapabilir. her şeyi geçtim; etik, "insanlık", hak, hukuk, dayanışma, sevgi, saygı.. en çok insanın bu yapabilitesi korkutuyor beni. aslında herkesin birer tanrı gibi pek çok şeyi yapabilme ihtimalinin olması, pekçok insanın bunu kabullenememesi ve yaptıklarının sorumluluğunu almaması... keşke yapamasaydık.

Friday, January 18, 2008

"May you be in heaven half an hour before the devil knows you're dead."

"When Fortuna spins you downward, go out to a movie and get more out of life. Ignatius was about to say this to himself; then he remembered that he went to the movies almost every night, no matter which way Fortuna was spinning."

(j.k.toole - a confederacy of dunces p.58)


bugün yine sinema arkadaşım amelie'yle "2 süper film birden" yaptık: It's a Free World... ve Before the Devil Knows You're Dead


"it's a free world", tipik ken loach filmi olmuş. çok da iyi olmuş. ağzımız açık izledik zaten. haddim olmayarak senaryonun çok zekice yazılmış olduğunu söylemek isterim. tek taraflı değil, konuyu pek çok yönden ele alan bir eleştiri olmuş. (bir diyorum ama anlayın işte, bin o.) insanları "iyi" ve "kötü" olmak üzere ikiye ayırmanın ne kadar sakıncalı olduğunu, aslında öyle bir şey olmadığını ve grinin açıklık ve koyuluk derecesinin önemini vurgulamış tekrar. bu sistemde hepimiz kurbanız aslında. "sıfıra sıfır, elde var sıfır" hadisesi. "olmaya devlet cihanda" dedirtti tekrar.


ikinci filmimiz "before the devil knows you're dead" de ayrı bir bombaydı. ilk sahnede koptum, daha da düzelemedim zaten. hem -sağolsun- sydney lumet sinirlerimizi öyle bir gerince, hem de filme öyle ince bir mizah anlayışı hakim olunca; olur olmaz gülmelerimizin sebebi muamma oldu. philip seymour hoffman'ın hollywood'a transfer olmasının avantajlarını ve dezavantajlarını bir kez daha düşünmekten kendimi alamadım. ama daha da vahimi, kendisinin uzaylı olmasından şüpheleniyorum. (ay ama söylemezsem çatlarım, en çok andy'e "next time make an appointment" ayarını veren eroin enjektörüne hasta oldum: justin. adı blaine horton'mış.) filmin ismi de güzel insanlar irlandalıların kadeh kaldırırken söyledikleri pek çok deyişten biriymiş: "May you have food and raiment, a soft pillow for your head; may you be 40 years in heaven, before the devil knows you're dead." (imdb'nin yalancısıyım valla)

not: uno, her nerede yaşıyor ya da yaşatılıyorsan bu filmi izlemelisin.

not 2: yine üç yerine 2 filme gidebildik. verdiğimiz paranın karşılığını alamıyoruz. bir dahakine üç olacak umarım. beleşçi hareket engellenemez!

human management #1

i've defected, as zavala have expressed perfectly in "cicatriz esp"...
i suppose i have a defective public relations department in my brain. (actually, my brain is totally defective.) i cannot get along with people. i can only "pretend" to get along with them. after some time, which depends on my addressee, i show my true face. i just can't put down the rebellion up there.. ("bir ben vardır bende benden içerü")

hmmmm....
(kinda overinspired by the perfecion of the mars volta)

mom always says that the human management is the hardest thing.. (well i don't know why i translated this "insan idaresi" thing like this.. i think i just try to be funny. ehe ehe. but i mean being able to communicate and negotiate with people.. also to appease, sometimes.. or simply to tolerate. fuck!!! who am i to invent english expressions?!.. or concepts.. whatever. just stop reading this.) "mothers know," as tefal have put it perfectly. anyway, everyone/everything puts some things perfectly but not me. human management...

i just can't understand how is it possible for some people to be so "stupid". usually i'm the one who is considered to be infected by incomprehensibility disease-kinda-thing.. i'm psycho. psycho is cool. i'm cool.
well, actually, no! i'm not cool. not because of that.. but, maybe thanks to my arrogance. i like arrogant people. people who are arrogant to some extent. especially when they have the right to be arrogent.
anyway.. others are more incomprehensible than me. everyone is busy with trying to figure out advanced swindling techniques.

the reciprocity thing is really important, but not in the sense that comes to one's mind at first sight. it's like, reciprocity of feelings for each other. (well, what is a feeling anyway?) it's not about to keep a tally of every action that have taken place, but every potential action. (since i haven't experienced telepathy yet, only the actions count.)


to be coninued...



seutured contusion
beyond the anthills of the dawning of this plague
said i've lost my way
even if this cul de sac would pay
to reach inside a vault whatever be the cost
sterling clear
blackend ice
and when they drag the lake there's nothing left at all

i've defected

Thursday, January 17, 2008

bütün masalları unutmuşum.

Sunday, January 13, 2008

neo - tasavvuf ?

müzik, kıyafet, sözler, "dans"...

the museum of laziness

My dreams are coming true! "Laziness" is considered something serious now; something that people think about and, thus, question their lives. After reading all those books aand seing even "magazines" about idleness -which were produced mainly by tom hodgkinson (I mean the ones I read)- now, I saw the news about a museum in Colombia dedicated to idleness. (I won't die with my eyes open..!)
Anyway, the museum is in Bogota and (if you count on my spanish, which I don't speak) the exibition is until the 2nd of march. Go and see!!! =))



http://www.museodebogota.gov.co/programacion.php#header
http://www.anorak.co.uk/strange-but-true/179069.html
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=243774&tarih=08/01/2008

Saturday, January 12, 2008

(one stop before deus ex machina)

"So we see that even when Fortuna spins us downward, the wheel sometimes halts for a moment and we find ourselves in a good, small cycle within the larger bad cycle. The universe, of course, is based upon the principle of the circle within the circle. At the moment, I am in an inner circle. Of course, smaller circles within this circle are also possible."

ignatius j. reilly


(john kennedy toole - a confederacy of dunces, p. 81)

"üniversite" ve zorla yazdırılan paper'ların üretim aşaması

ö- ya şu paper'ımı yazdığım yere kadar şööyle bi okur musun yaaa?
l- peki gönder, okurum şöyle bi.
ö- süpersin!
...
..
.

ö- ee?
l- benim peypırım da öyle olcak aynen
bi kitabı ittirip durucam makaleye artık


l = lollius (kendisine şuradan ulaşabilirsiniz)

Friday, January 11, 2008

"üniversite" ve sınavlar

malum... neredeyse dünyanın her yanındaki bütün üniversitelerde sınav dönemi. bizim de gözümüzün yaşına kimse bakmadı, erasmus öğrencisi olsak da kurtulamadık şu finallerden. eh, adettendir, tam da bu dönemlerde daha bir sorguluyorum şu üniversite fikrini. malum, kuyruğumuza basıyorlar. bu yazıyı birkaç gündür erteleyip duruyorum: adam gibi bir araştırma yapıp adam gibi kaynaklarla (ki kendileri wikipedia'dan başka bir şey olmayacaklar) çıkayım insanların karşısına diye. ama serde tembellik var zaten. söylemezsem de çatlayacağım artık burama geldi (yatay el gırtlağa dayalı). dolayısıyla boşverdim her şeye, olduğum gibi karşınızdayım :

sınavların ne kadar aşağılayıcı olduğunu düşünüyorum günlerdir. "bilimi" ve düşünmeyi öğrenmek için girdiğimiz üniversitelerde, konuları ezberleyip girmek zorunda kaldığımız sınavlar "üniversite" fikrine tamamen karşıt değil mi? üniversite dediğin, öğrencilerin beyinlerinin özgürleşmesini, düşünmesini, bağımsızlaşmasını, gelişmesini hedeflemez mi? bunu başarmanın yolu "sınav" mıdır?
e tabii, olayın temeline inersek birkaç kişi hemen "sınav bilgiyi ölçmeye yarar" diyecektir. peki, alacağı nota odaklanmış öğrencinin çalışmasından ne hayır gelir? biri bana bunu açıklasın! notları nispeten yüksek olan biri olarak gönül rahatlığıyla söyleyebileceğim şey şu ki; her şey stratejiye dayalı. efendim, sınav bilgi milgi ölçmüyor, kendimizi kandırmayalım. sınavlar -ve sonuçları- sadece, o sınavdan yüksek not aldıracak yerleri yüksek not aldıracak şekilde ezberleyen uyanık tiplere verilen birer takdirnamelerdir olsa olsa. hele ağzı laf yapabilen uyanıklar aşar gider; bir yıl sonra her şeyi unutacaklardır tabii ki. her şeyi bilen tiplerse -var öyle birkaç tane- stratejiye kafa yormadıklarından hak ettiklerini alamazlar. netekim, kötü kalpli kurtlar, eğitim sisteminin de içine etmişlerdir.

zaten "uzmanlık" denen şey ..mıştır..! akademik dünyanın hali haraptır. ortalıkta yüzlerce dangıl dungul profesör dolaşmaktadır. hani, daha lisans derecesini almamış benim gibi birinin bile dalga geçtiği tipler.. işler o kadar karışmıştır ki, artık akademisyenlerden beklenen şey her makalelerinde literatürü tekrar etmeleri olmuştur. ne kadar acıklı... "az ve öz"ün değerini bilemeyecek kadar saçmalamışlardır. hayır yani, anlamıyorum ki, doktora yapan bile adamdan sayılmıyor artık. bakalım daha neler çıkaracaklar? ben küçükken gazeteler kupon verip dururdu. sonra da kaçıranlar için 10 kupon değerinde süperkupon, 25 kupon değerinde megakupon, 50 kupon değerinde ultramegakupon gibi saçmalıklar üretip onları dağıtmaya başladılar. (yapılan haksızlığı geçiyorum, kuponlar başka bi yazının konusu olsun) yakında üniversiteler de böyle yapmaya başlayacak herhalde. lisans mezunları -aldıkları notlar dışında- bir de süper-mezun, mega-mezun, ultra-mega-mezun filan olucaklar. eğitim düzeyi arttıkça kategoriler de artacak. doçentler ya normal-doç ya da süper-doç olacaklar. başka yolu yok. önüne gelenin lisansa girdiği yetmiyormuş gibi, aynı "önünegelenler" yükseklisansa ve hatta doktoraya giriyorlar. (birçok yükseklisans ve doktora yapan arkadaşımı tenzih ederek konuşuyorum, bilirler onlar. ve yine bilirler ki bazı çalışma arkadaşları orda olmayı hak etmemektedir.)

neyse, işte böyle.. kıssadan hisse: ne olacak bu eğitim sisteminin hali? (neler diyorum ben?! nasıl vardım bu sonuca?!!!) yazdıklarımı okuyasım bile yok, öylece yolluyorum artık, sürç-i lisan ettiysem affola.

habis sevgi / evil love

Monday, January 7, 2008

"You're a child. That's what makes you so fucking scary."

"And he was a mass-murdering fuckhead, as many important historians have said. But there were other mass murderers that got away with it! Stalin killed many millions, died in his bed, well done there; Pol Pot killed 1.7 million Cambodians, died under house arrest at age 72, well done indeed! And the reason we let them get away with it is because they killed their own people, and we're sort of fine with that. “Ah, help yourself,” you know? “We've been trying to kill you for ages!” So kill your own people, right on there. Seems to be… Hitler killed people next door... “Oh… stupid man!” After a couple of years, we won't stand for that, will we?"

Eddie Izzard - Dress to Kill


I think we must add Idi Amin to this list too, with more than 300.000 Ugandans (or 500.000???) The Last King of Scotland is another movie concerning our "collective" history of shame. Is the crave for blood ever going to stop? Is it enough to call them "child" to stop them, as we do for Bush(t) today?

Sunday, January 6, 2008

Saturday, January 5, 2008

Stars on Earth

well... everyone that i've spoke to more than one day knows that i'm a bollywood fan. i started to watch bollywood movies approximately one year ago and now i feel that i have considerable knowledge about "bollywood" and some things related to it: india, hindi, hinduism, indian culture(s), marriage ceremonies etc.
one of the things that made me smile today is seeing "taare zameen par" in the top250 list of imdb. the movie is released only on 21st of december in india, and most probably this rating of 9.2/10 is given mostly by indians. but anyway, in my opinion, this is success for a bollywood movie!
most importantly, this movie is directed by aamir khan! my first love in bollywood (starting from "fanaa")! i'm sure that, compared to usual bollywood pattern, he's done a good job...
let's see what will happen now, about his oscar dreams.. he tried before with "lagaan" but couldn't get the little statue thingy...

Thursday, January 3, 2008

(..such a cliché..)

Alkohol und Nikotin rafft die halbe Menschheit hin. Doch ohne Schnaps und Rauch shirbt die andere Halfte auch.

alcohol and nicotin are killing half of minkind. but without drinks and dust the other half is dying as well.


-- from the wall of a glüchwein shop in Berlin, with the translation of Henning --


"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur."
- Salman Rushdie