Thursday, February 28, 2008

teverrümüme sebep cahil profesörler

boşuna demedik hicap memleketi diye ya, eteklerindeki taşları dökmeye devam ediyor "başımızdaki" hayvanlar alemi mensupları. gün geçmiyor ki vatandaşlarıma başka bi taraftan saldırmasınlar. sevgili yök'ümüz bu sefer de yıllar önce birilerinin bi taraflarında çıkardığı les'in, geçen sene ales'e dönüştürülmüş halini değiştireceklermiş. tus gibi yapacaklarmış efendim. merkezi sistemle yüksek lisansa başlayacakmışız. dört yıllık not dökümü, referanslar, makale örnekleri, niyet mektupları olmicakmış artık. bunlar torpilmiş, haksızlıkmış efendim. yani benim dört yıl dişimle tırnağımla kazıyıp kazandığım tüm bunlar, bir iki kazmanın daha iyi ezberleyebiliyor olmasından dolayı çöpe gidecekmiş. af buyrun da, kimse bana ezber olmicak filan demesin. burası türkiye, burda bu işler böyle yapılır. (linkteki yorumlara dikkat lütfen. bi "laikçi" var ya orda, yeni tanımlanmış bi hayvan gibi, işte o ben'im. şunun bunun çocuğu beyinsiz de benim. arz ederim.)
acıyorum üniversitelerimize. "doğu ve güneydoğu'daki tercih edilmedikleri eleman sıkıntısı yaşayan" üniversitelere değil de, adam gibi eğitim veren, hakikaten bir şeyler öğreten, bilim yapmaya çalışan, bilimadamı yetiştiren üniversitelerimize acıyorum. bu ülkenin vatandaşı olduğum için ve bu ülkede bir akademisyen olmayı istemiş bulunduğum için utanıyorum. odtü'de hocalık yapmış birine lanetler yağdırdığım için de ayrıca utanıyorum; odtü bittiyse her okul bitsin artık. böyle bir sistemle de torpillerin asgariye ineceğini "zanneden" zihniyetle aynı havayı soluduğum için de midem bulanıyo, bi kusup gelicem; o arada şunu okuyun.
eğitim kalitesi yüksek olan bir kısım üniversite buna ne tepki gösterecek acaba? özel üniversiteler sınav sonucu isteyecekler mi? bu sistem neresinden delinecek acaba? bilmemneredeki eften püften üniversiteler kalitesi mi artacak? aklı başında hocalar "senin bana bu şekilde gönderdiğin öğrenciye ben hiçbi şey öğretmem" dicek mi acaba?
doğudaki güneydoğudaki okullar tercih edilmiyomuş. niye ediyim kardeşim? ne var orda? baskı, yoksulluk, cehalet, mahrumiyet olan yerde bilim mi yapıcam? sen oraları yaşanacak düzeye getirdin de "istanbul'dan kaçmalıyımi bu şehirde yaşayamam" diyen ben zorla burda mı kaldım? hepiniz bi hoşsunuz. pes doğrusu. beş yıl sonra da "ama.. ama... yurtdışında niye tanınmıyoruz ki biiiizz? bizde torpil yok ki bak ülkenin her yerinden mezun veriyoruz" dersiniz. en iyi öğrencileriniz avrupa'ya amerika'ya kaçarken "olmaz ki canım, insan memleketini bırakıp gider mi? yazık değil mi ülkeye mütemadiyen beyin göçü" dersiniz. demezseniz ben de ortadan ikiye yarılayım. na buraya yazıyorum.
ayrıca, biraz geç oldu ama, allah hepinizin cenasını verecek!..

Saturday, February 23, 2008

( "milliyetin ilmi mahiyeti" )

"İnsan terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur. Son zamandaki tecrübelerimiz bize gösterdi ki, mefkure şeniyetten doğmuşsa mucizeler göstermeye kadirdir. Fakat, şeniyetten doğmıyan bir mefkure de, sahibi için son derecede mühliktir. Çünkü, bu hal daima fikirlerle hislerin ruh içinde çarpışmasını mucip olur. Böyle bir hal insanı, intihara, teverrüme, tecennüne kadar sevkedebilir. Halbuki şaniyetten doğan bir mefkure, hasta ruhlara şifa, bozuk sinirlere metanet verir."

Ziya Gökalp - Küçük Mecmua, sayı: 28 - 25.12.1923


pısss ilmi mahiyet.. milletim bende tam tersi etki yarattı. napcaz şimdi?

melville mucizeleri

tükürdüğünü benim gibi üç beş gün içinde yalayan yoktur herhalde. işkembe-i kübradan "fransız sineması şöyle salaktır, böyle sıkıcıdır, iğrençtir, böğktür" demek yanlışmış. itiraf ediyorum. tek gereken kurcalamak. (kurcalamak derken, gidip paris'in ikinci elcilerini dolaşıp ender filmler bulmaktan bahsetmiyorum, gözünün önündekine bakmak yeterli.
zararlı bir alışkanlığa doğru ilerliyorum yine: okulda, ders çıkışlarında ya da aralarında gidip kütüphanede filmlerden film beğenip izlemek. tam da birinci sınıfta yaptığım gibi, tamamen tesadüfi. birkaç gün önce "franch language" anahtar kelimelerinin karşıma çıkardıkları arasından öylesine seçtiğim "le cercle rouge"u izledim, hayatım değişti. kimmiş bu melville, kimmiş bu alain delon diye başladım hem de. puuuu bana! (ya ama şimdi alain delon'un ismini duymuştum. sadece melville konusunda baştan ayağa kofuldum.)
beklenmedik bi şekilde sinema tarihinin şaheserlerinden birine çarpmışım. neye uğradığımı şaşırdım. ve maalesef bunda en büyük pay alain delon'un. naapıyım yani?! hazırlıksız yakalandım. nerden bileyim adamın bu kadar güzel olduğunu. ama olsun, rasyonel bi insanım (diye kandırayım kendimi), o yüzden ilk şoku atlattıktan iki gün sonra olay yerine dönüp bir maceraya daha atıldım. bu sefer de "bakalım başka neler yapmış bu melville" diye bir araştırma şettirerek, alain delon'lu sonuçlar arasından bir başka başyapıt seçmişim meğer: "le samurai".
"There is no solitude greater than the samurai's, unless perhaps it be that of a tiger in the jungle."
pes! o filmi öyle nasıl çektin be melville abi? peki alain'ciğim, sen naaptın?! hele sen naaptın!!! gözlerim kamaştı. >>>
yetmiyomuş gibi, filmin sonunda, "hiçbi şey anlamadım ben ya noldu şimdi" hissine kapıldım. senaryo o kadar da karmaşık değildi sanki de filmin yapılmasındaki asıl amacı çakamamışım gibi. pazartesi günü hemen gidip iki dvd'nin de içinde bulunan 30 ar sayfalık kitapçıkları okicam. belki melville röportajlarından bi şeyler çıkar.
kader işte, sen kalk "hadi biraz fransız bi şeyler izliyim, fransızca bi şeyler dinliyim" maksadıyla herhangi bir film koy makineye, böyle bi şey çıksın. ufaktan fransız hayranı mı oluyorum nedir?

Friday, February 22, 2008

kıymet nadir bindebir'e ve tanrıçaya;

sayın goddess artemis, günümü aydınlattınız yorumunuzla :) (aslında karartmaya yakın bir aydınlatma oldu gibi.. hm hm hm.) kıymet nadir bindebir kişisi de "bu delilere dikkat" listemde yerini aldı. sadece birkaç yazısını okudum ama, yine de, -söylemezsem çatlarım- hastası oldum :) kendisinin aslında "kim" olduğu konusunda merakınızı paylaşmakla beraber, aslında gerçek ismini öğrenmenin ne kadar alakasız olacağını düşünmüyor değilim. kendisinin değil de anne-babasının etiketi olacak sonuçta ismi :p neyse, fazla dağılmadan, acaba başka hangi faaliyetlerde bulunuyor, en merak ettiğim bu oldu. yoksa "gerçek adı" ile daha ılımlı yazabileceğini pek sanmıyorum.

bindebir'in fırıldak demirel'le ilgili yazısının sonunda da şunu görünce dayanamadım yine, bir ayaküstü blog yazısı şettireyim dedim: "okuyucuya zihin açan soru: Neden islamiyetten başka hiçbir dinin –kovaladığı- Salman Rushdiesi, Teslime Nasreeni, Theo van Goghu, karikatüristi yoktur?"

kısmi kişisel cevabım: soruyu sorarken kendisinin aklında ne vardı, bilemiyorum. ama bence dinlerin de belli bir ömürleri oluyor, canlılar gibi hani. alınyazısı işte, neylersiniz.. sadece "bugünlerde" en göze batan saçmalıklar islamiyet'le alakalı hususlardan çıkıyor diye diğer dinler daha iyi, daha modern, daha insani, daha cici filan olacak değil bence. kaldı ki, her din, hala, inananlarına da inanmayanlarına da eziyet etmeye devam ediyor. hıristiyanlık ve yahudilik artık "abi" statüsünde olduğu için ortalıkta pek görmüyoruz biz bunları. ama bakmayı bilince, onların yediği haltlar da kabak gibi ortada. bakınız papa.
çok değil, birkaç yüzyıl önce engizisyonda şurda burda yedikleri boklar ortada. ama o kızgın/azgın ergenlik dönemiydi. çocukken bi de evcilik oynardı ya bunlar, meleklerin cinsiyetini filan bulmaya çalışırlardı. yahudilere ne desem boş, isa'yı öldürdüler, daha ne olsun. ama kurban psikolojisi nelere kadir, bi türlü alamadılar hınçlarını, sapıtıp oraya buraya saldırmaya başladılar. ki saldırdıkları insanlar cellatları bile değildi. bakınız filistin.
bu karmakarışık yazıda söylemek istediğim tek şey şu aslında: biraz daha sıkıcak dişimizi mecburen. islamiyet henüz yetişkin bile olmadı. vuracak, kıracak, "herkesten nefret ediyorum" diyip odasına kapanacak. hazırlıkla olmak lazım hani, o bakımdan.

son olarak, yine tanrıça hanıma demek isterim ki; "din benim dinim değil, inanç benim inancım değil" demek bir nebze olsun iç rahatlatsa da, bu benim olmayan din ve inançlar benim değerli hayatımı değersizleştirmeye çalıştıkça susmak pek mümkün olacak gibi görünmüyor. zaten bu işte uzun vadeli bir çözümün olamayacağı belli ama aynı fikirdeki insanların varlığının somut kanıtlarını görebilmek de ferahlatıyor. sonuçta insanız, tanrı değiliz. onay olmasa da en azından etkimize "tepki" almak bile iyi bir şey. tepkiniz için de teşekkür ederim. iyi günler :)

Thursday, February 21, 2008

dininizi yamayın sevgili müminler, patlamış yine.

sevgili okurlar, konu din olunca pekçok insan pek bi hassaslaşıyor nedense. o yüzden pek bi uğraşıyorum kimseyi üzmemeye, kırmamaya. ama bazen "bedr'in arslanları" o kadar kazmalaşıyorlar ki, "bunları mı kırmaktan korkucam" diyorum.. önce buyrun tıkıldayıp okuyun...

şimdiiiiiiii, a kazma, sen bana inandığın tanrıyı bi zahmet tarif eder misin? tanımı gereği "tanrı" mükemmeldir ya hani; sen kalkmış, tanrının insanları eşit yaratmadığını, hele hele arapları diğerlerinden üstün yarattığını iddia ediyorsun. (araplar üstün di mi, güleyim bari..) cennetin dili arapça'ymış. tüh tüh.. nasıl anlaşcaz orda birbirimizle? hoş, "cennet" kadar sıkıcı bi yere yalvarsalar gitmem ya, arapçanızı buyrun siz öğrenin. mazallah, mümin kardeşlerle anlaşmayı bırakın, hurilerle anlaşamamak en beteri. muhtemelen sadece arapça biliyodur onlar. "evet işte böyle devam et!" filan diyemezsiniz, yazık olur. malum, kendisi bakire, eğitilmesi lazım. ama ölmeden önce arapça öğrenemeyenler üzülmesin, dil dile değmeden dil öğrenilmezmiş ya, tersten okursak, burda on yılda öğreneceğin arapçayı orda 1 yılda sökmek mümkündür herhal. e sonsuza kadar vaktin olması da cabası.
inandığın tanrı mükemmelliğin doruklarında belli ki. sanırım bi de erkek galiba. gay mi acep, öve öve bitirememiş hemcinslerini.. kadınlar da süs, temizlikçi, bakıcı, çocuk doğurucu/bakıcı, ...ikilip atılmak için ideal. kullan-at cinsinden. ama unutulmaması gerekir ki "kadınlarınıza arkadan yaklaşmayın". çok ayıp. ha bi de, paketi açılmış mamülleri satın almayınız. bilinçli tüketiniz.
sevgili yurdumdakiler dahil, bütün dünyadaki zengin müslümanlara da selam ederim. orucunu tutup senelik zekatını verdin mi 300 liralık? ooooohhh, bitti! daha ne olsun kardeşim? devam et sen bacağındaki pantolona, elindeki çantaya, ayağındaki ayakkabıya, kıçındaki dona milyarlar saymaya. nasılsa zekat verdin zaten, vicdanın rahat. "ben bu parayı mümin kardeşlerimi sömürerek kazandım" deme kendine de başkasına da. utanma hiç, yüzün kızarmasın şehir içinde hayvan gibi benzin yakan jiplere biniyosun diye. her şey insanlar için tabii ki, sömür. sömür herkesi, her şeyi. iyi ki varsın, hastayız sana. sen olmasan ne yapardık? kimin/neyin kurbanı olup da öbür taraftaki adaleti beklerdik? mazallah, biraz akıllı olsak en azından "lan kim öttürüyo bizi" derdik di mi? allah saklasın.
bu arada sen örtsene şu başını. o görünen her bir tel saçın yılan olup sokacak seni cehennemde. ben medusa'ya hastayım diye böyle şeediyorum. bi de cehennemde türkçe konuşuluyomuş.

mehmet paksu'yu tanımak için şuna;
mezarlıklardaki hayaletler ve cennetin sayko çocukları için buna tıkıldayınız.


ne demiş büyük düşünür zazie? "j'avance, avance à reculons"
(ilerliyorum mütemadiyen, geriye doğru)

Tuesday, February 19, 2008

sıkıcılık abidesi tv5

yıllarca bir o yana bir bu yana devrilip yatmanın sonuçlarını görüyorum, şükürler olsun. kurslara git, yetmedi ülkesine git, heriflerin dilini öğreneme bi türlü. sanırım bunu başarabilmiş ender insanlardan biriyim. aklım başıma üç gün önce geldi. "aaaa! 15-16 haziran'da DELF varmış, giriyim bari bi notum olsun." oldu canım.. olsun. b2 al. o da yetmedi c1 filan al. süpersin sen, yaparsın.
gavurun ülkesinde master sevdasına dört ayımı fransızca'ya ayırmaya karar verdim. (blogum da ufaktan "şuna başladım, buna karar verdim" yerine dönüşüyo ya, hadi hayırlısı.) tırsım tırsım tırsmaktayım. kendimi aşmam lazım bu dönem.
asıl sorunumuza gelelim. fransızca öğrenmek isteyen biri bana geldi, "napıyım da öğreneyim" diye sordu, ne derim? klasik cevap: "paso fransızca şarkı dinle, orda burda. mümkünse fransızca altyazılı fransızca filmler izle. olmazsa başka altyazı koy, tercihen ingilizce. al şu tell me more'ları da, kopyala, takıl bunlarla, oyun gibi zaten. bi de ufaktan kitap mitap okumaya çalış. şarkıların sözlerine de internetten bakmayı unutma. arada sırada sözlük de karıştırırsan aşar gidersin."
bunları böyle sıralayınca, bi de müstakbel kursumuzu eklersek, hakikaten aşıp gitmek icap eder, değil mi? ama olmicak öyle, o da belli. 11 yıldır ingilizce öğrenme sürecinde olmak toefl'dan çıkınca "hasss... nassı yaa! o spiiking neydi öylee?!" dememe engel olamamışken -ki sınav beni en son korkutan şeydir, bu kadar da kendime güvenirim- fransızca'da durum nasıl olacak bilinmez. bu hissiyatlar içinde açtım tv5 izliyorum yine üç gündür. tanrılarım! o ne sıkıcılıktır! yani bildiğiniz fransız sıkıcılığı + trt2 diye düşünün. ama trt2 tv5'i hakikaten döver. sanırım elli yılda bir iyi bir gösteriyorlar. vasat fransız filmlerinin hali ortada. hepsinde gerard depardieu, daniel auteuil, juliette binoche vb oynamıyor. hele bi de dizileri var ki, ne siz sorun ne ben söyliyim. burun kıvırdığımız binikiyüz gece, kopuk kanatlar, yaralı parmaklıklar filan yanında lost kalır. işte ancak blog yazarken arkada fon yapsın diye açılacak bir kanal. neyse ki teletext'ten fr altyazısını buldum kanalın da okumaya çalışırken saçmalıklar arada kaynıyo azcık.
fransız sıkıcılığı demişken şimdi, adamların hakkını da yemeyelim, pek çılgın kimseler çıkıyo bu fransızlardan. bi de böyle, ülkeleri güzel ya hani (yavşaklık modu).. facebook'taki quizde de "ilerde paris'te yaşican" dediler ya bana... ondan yani.. hani kaderim benim oralar. soğuk ama.. olsun artık o kadar da. (işte şu anda kendimden tisssskiniyorum!)
özüme dönmek gerekirse, fransızlar kötüdür. cennet vatanımızı bölmek istemişlerdir. hala da istemektedirler. bu yüzden ben gidip onlara hadlerini bildircem. türk'ün gücünü dünyaya göstercem! (bu nası?) şu iğrenç üsluba da bi çözüm bulmalıyım...
bitirirken de sizi bi başka şarkıyla baş başa bırakıyorum. zazie'den "je suis un homme" (ben bir insanım). asıl adı "Isabelle Marie Anne de Truchis de Varennes" imiş. soylu x 2 yani. (benim öyle adım olsa kalemden çıkmazdım.) "totem" albümü de korkunç olmuş, böyle güzel bi şarkı araya nasıl sıkışmış anlamadım. son olarak şarkıdaki küresel ısınma'ya dokundurma olayını pek sevdik, hastasıyız. gidip cnbc-e'de 50. defa "as good as it gets"i izliyim.

Saturday, February 16, 2008

(yılların yeni yıl planı kendi kendine hayata geçmeye çalışırken)

çılgın gibi film izlemeye başladığımdan beri neredeyse dört buçuk yıl geçmiş. kolay değil tabii her gün en az bir film izlemek. ama aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bir baktım ki, olsa olsa bir arpa boyu yol gitmişim sinema bilgisi konusunda. sadece izlemek insanı hiçbir yere götürmüyormuş, acı bir şekilde öğrenmiş oldum. tabii konu hakkında deneysel çalışmalarım oldu:
- filmi izlemeden önce üzerinde araştırma yapmak,
- filmi izledikten sonra arkadaşlarla film hakkında konuşmak,
- sinemada veya evde izlemek,
- izlerken not almak (ama çoğunlukla almamak),
- *filmi izlemeden önce -eğer maruz bırakılmamışsam- mümkün olduğunca hiçbir şey bilmemek (seçim aşamasında yönetmene ve imdb puanına bakmak dışında),
- filmi izledikten sonra hakkında yazılanları okumak,
- muhtelif yerli ve yabancı sinema dergilerini okumaya çalışmak,
- yönetmenlerin hayatlarını ve yazdıklarını okumak..
falan filan. acccayip magazinsel yani ;) (yıldızlı madde şu anda yürürlükte olandır.) neyin listesini yaptığımı bile unuttum. neyse işte..

hiçbirinin faydası olmadı. neye olmadı? "anlamak" diyelim.. ya da "okumak" olabilir. ama öyle didik didik analiz etmek değil, sadece çözmek. tabii ki bunun için pek çok şey bilmek gerekiyor. salt sinema bilgisi, yönetmenin bilmemnesi, sinema tarihini ezberlemek filan... yetersiz. genel kültür çok önemli. ve durum böyle olunca insan hiçbir zaman "hah, oldu!" diyemiyor. siyaset, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, sanat tarihi, vb. içmek gerekiyor hepsini. yorucu iş vesselam.
ama hepsinden önemlisi, kulaktan dolma bi şey mi bilmem işin teori kısmı hep "temel" olmalıymış gibi geliyor bana. hem de bütün sanat dallarında. bir romanı daha iyi "anlamak" için onu 50 kere okumak yetmezmiş de illa teorik bi altyapıya sahip olmak gerekirmiş gibi geliyor. ayrıca bu konuyu pek fazla insanla tartışmamış olsam da, tartıştığımda doyurucu yanıtlar alamadım. "başla bi yerden." peki ya nerden?
neyse daha fazla dağılmadan şuraya geleyim: sinema hakkında okumaya karar verdim. geç verilmiş bir karar olsa da artık yeterince altyapım olduğunu düşünüyorum artık. seyirci olarak yani (çok şükür). izledim yani izleyeceğim kadar ve bu izlemeler keyif vermemeye başladı nasılsa. tıkanıyorum resmen. ancak, benim gibi bir maymun iştahlı için çok ilginçtir ki, sinemadan da kopamıyorum. (cinema is my crack, baby.) bu kadar zamanda "eeeeeh" demediysem, devam etmeliyim. (kendime gaz vermeye çalışıyorum, kusura bakmayınız. tabii bu kadar zaman inatla bi seminere filan gitmemiş olmak ayrı mesele. yediremedim mi kendime nedir. onu da geçtim, sinema-tv bölümü dillere destan bir üniversitedeyken bölümün hiçbir dersine girmemiş olmak konusunu da açmadan kapatmam gerek.)
ilk kitabım "bir film nasıl okunur?" resmen bir tuğla efendim. oldukça zor bir işe giriştim yani. (özellikle "a confederacy of dunces"ı iki aydır bitirememiş olduğumu göz önünde bulundurursak.) lollius'u da denetçi olarak atadım. buraya kadar okuyanlardan da bu saçma sapan yazı için özür diler nostalji olsun diye hayat felsefeme çok şey katmış olan şu şarkıyı armağan ederim:

Thursday, February 14, 2008

Persepolis

bugün persepolis'i izledim. çok çok çok beğendim. hatta, itiraf etmek gerekirse, bu kadar güzel olacağını beklemiyordum. tabii bundaki en önemli sebep, yazar-yönetmen kişisi marjane satrapi'nin ismini şimdiye kadar hiç duymamış olmamdır. bir sebebi de, imkanım olduğu kadar, film hakkında hiçbir şey bilmeden/okumadan izlemeye çalışıyorum artık. zaten sinema konusunda bilgilendikçe işin büyüsü kaçıyor ya, biraz onu muhafaza etmek için... sonuç genellikle iyi oluyor. (hem kaç filme "kötü" dedim ki şimdiye kadar?) anlayacağınız, yine sürpriz oldu :)

filmden bahsetmeme pek gerek yok, özeti her yerde okunabilir. biraz izlenim yazayım bu sefer: öncelikle, marji'nin küçüklüğünün anltıldığı bölümler hiper-matrak statüsünde. küçük kız tam bir bela, küçük cadı. soruyor, soruyor, soruyor.. ailesi de bir o kadar aydın, eğitimli ve açık fikirli. islam devrimi'nin sadece bir geçiş dönemini işaret ettiğini düşünme yanılgısına düşmüş, ümitsiz insanlar. ve de komünist :) bu aile gibi pek çokları vardı iran'da, pek çoğu yurtdışına gitmek zorunda kaldı. filmde ise sadece marji gidiyor avrupa'ya. (şu anda fransa'daymış hatun.)

filmin en çok hoşuma giden yanlarından biri, senaryosunun içerden biri tarafından yazılmış olması. bu sebeple güvenilirliği perçinleniyor. ikincisi, üzücü bir belgeselimsi yerine aslında bir kısmi-komedi filmi olması. üçüncüsü de biraz kişisel: film yanlı, ve tuttuğu yanı seviyorum. (tabii ki hikayede türkiye'nin şimdiki dumunu görmem ve iran'dakinin onda birinin olması durumunda aynı şeyi yapacağımı düşünmemi sağmıyorum. onlar cepte.)
orta doğu'lu pers kültürünün bizimkiyle benzerliklerini gördükçe de daha bi sevindirik oldum. ince belli cam bardak gibi, çok ince ayrıntılara kadar özenle düşünülmüş. çok düşünceli, çok samimi ve de aktivist bir film.

bittiğinde de aklıma "niyaz" geldi.. ve en güzel şarkılarından "allahi allah"... işte şimdi sizi, bir başka güzel yüzlü iran'lı bir sanatçıyla baş başa bırakıyorum:

sevcan ne güzel ne güzel

sevcan benim annem. gerçek ismi değil de takma isimlerden biri oluyor bu. kendisine çoğunlukla babam tarafından takılmış isimlerin hepsini hatırlamak mümkün olmasa da sonlardan birkaç tanesini yazayım yeri gelmişken: sevcan, sevgi, sevtap, çiçek, şadıman, safinaz, boncuk, böcek, ruhi, ponpin, sevgi çiçeği vs. tabii bir de kendisinden bahsederken aile içinde söylediğimiz diğer şeyler: "boyu bi karııış", "canıııım", "çok şeker", "sarı şekerim" vs. o bizim her şeyimiz, evimizin direği, gözümüzün bebeği. hepimiz hastasıyız! (ana gibi yar bağdat gibi diyar olmaz ya hani, geçiyorum buraları)

bazen derim, "ev değil tımarhane burası" :) ama hemen akla gelen tımarhanelerden değil, burası süper bi tımarhane. herkesin ayrı telden çaldığı, dört kişi yerine en az yedi kişi ihtiva ediyormuş hissi veren, devamlı bir gırgır-şamata, hır-gür, kavga-dövüş, kaçma-kovalama, vb hedelerine sahne olan bir yer. sanırım işte bu yüzden, yaşadığımız tüm sorunlara rağmen, evime, benzer şeyler yaşayan diğer arkadaşlarımdan daha bağlıyım. birkça örnek verelim:

mütamadiyen ortalarda dolaşan, küs olmadığımız dönemlerde tıkırdattığı kapı aralığından kafasını uzatıp şirin şirin "napıyosun" diyen, küçüklüğümüzden beri bana ve kardeşime temel osmanlıca bilgisi saylayan bir baba,
apartman ziline basışından eve geldiği belli olan ve hepimizi o anda alarma geçiren, geldiğinde en az yarım saat esip kükreyen, "yemeeeeek! yemek verin banaaaa!" haykırışlarıyla hem yürek burkan hem de sinir bozan, dengesizlikleriyle sürekli taciz eden ama mırıldadığında sevilen bir kızkardeş -ki kendisi öss yaklaştıkça kafayı daha çok yemektedir,
inatla evden çıkmayıp bütün gün kendine iş icat eden, bir zamanlar işle evi aynı anda nasıl çekip çevirdiğine şaştığım, bi buçuk metrelik boyuyla ordan oraya koşuşturup evin tertip-düzen ve asayişini devamlı kontrol eden, pek bi yorulan, ve hayatını resmen ailesine adamış bir anne...

annem soru sorar. sorar da sorar. hasta eder insanı, saç-baş yoldurur, ama sormaya devam eder. soruların muhattabı tarafından terslenince küsüp giden -ve hatta bi keresinde kendisine getirdiğim, yan yana duran anne-çocuk baykuşları, bana olan kızgınlığının ve küskünlüğünün simgesi olarak ayırmıştı- minik bi şey. kısmi cadı. evin neşesi sarılma makinası koalamız. dünyanın en matrak annesi bi de. geçen gün şu sözleri sarf etmiş/ettirmiş kişilik:
(a = anne; y = yavru, yani ben)

y bi kanepede uzanmaktadır, kitap okumaktadır.

a- yavrum üşüyo musun?
y- yok anne, üşümüyorum.
a- yavrum hastasın sen, üşüyorsundur.
y- yok annecim, valla üşümüyorum, saol.

a "peki" dercesine tıkıt tıkır uzaklaşır. yarım dakika sonra elinde bir battaniyeyle y'ye yaklaşmaktadır.

y- napıyosun anne? üşümüyorum dedim ya.
a- olsun, üşüyosundur sen. (bir yandan battaniyeyi y'nin üstüne örter.)
y- anne napıyosun?
a- üşüdüğünü biliyorum.

y'ye "kal" gelir.


böyle matrak bi kadın daha tanımıyorum kardeşim! :)

Wednesday, February 13, 2008

my footsteps on earth


I'm an average city-dweller living in Istanbul. I thought I really care for our environment and planet earth. But if everyone was living like me, we'd need 2.2 planets in order to keep existing. Find out your results >>>

Tuesday, February 12, 2008

"The Revolution is Now"


herkes izle(t)meli ! / everybody should watch !

"the old appeals to racial, sexual and religious chauvinism to rabid nationalist fervor are beginning not to work. a new consciousness is developing which sees the earth as a single organism. and recognizes that an organism at war with itself is doomed."

carl sagan



Monday, February 11, 2008

paranoyanın eşiğinde...

deliriyorum mütemadiyen.. işin ilginci, "deli"nin mümkün olan her tanımı uyar şu durumuma. kafayı oynatma, düzene uyum sağlayamama, aslında herkesin deli olduğu bir dünyada deli olmamak, gittikçe akıllanmak, gittikçe salaklaşmak, gittikçe sosyalleşmek, gittikçe asosyalleşmek, gittiği kadar işte.. bunların hepsi aynı anda olur mu..?
gittikçe daha çok "aklım almıyor!" gittikçe daha çok "inanamıyorum, bi insan bi başka insana bunu nasıl yapar?!" gittikçe daha çok "insanlığımdan utanıyorum." gittikçe daha çok "yahu pılıyı pırtıyı toplayıp gidicem buralardan!" gittikçe daha çok "is there life on maaaaaaaaaaaaaaars?"
hadi hepsi tamam, belki de doğru yolda olduğumun göstergesi bunlar. peki ya son zamanlarda dürtmeye başlayan paranoya illetine ne demeli? kimseye sormadım, pek kimseden de duymadım ama hani olur ya aslında illüzyon dünyasında yaşadığın hissine kapılma.. yok aslında böyle bi yer. ya da var ama sanal. matrix sendromundan mı muzdaribim? neyim ben?
"insan" bir nedir? aslında ne garip/gülünç yaratıklarız?! benliğimden daha da bi sıyrılabildiğim zamanlarda en azından şeklimizi şemalimizi sorguluyorum. bu ne kardeşim? el, ayak, parmak.. kıl, tüy, saç en basitinden! tamam, cevaplar belli: evrim, işlev, verim, vb. ama demek istediğim şey başka..
sonra bu tanrı meselesi. akıl yürütme tamam, tıkır tıkır gidiyor da geliyor en başta takılıyor. ilk atomu kim/ne koydu oraya?! neler oluyor?? neden??? nihilizm niye kendini olumsuzlayan/reddeden bir şey? istediğin kadar küçük hisset, öyle durumlar oluyor ki en büyük sensin. onu da bırak, hayatın anlamının bizzat anlamsızlığı olması durumu.. kolay değil bunları kabullenmek. peki neden? "psikoloji" şeysi niye bu kadar marjinal? ya hep ya hiç? mutlak görecelilikte kayboldum bi de sanki. doğru yok. gerçek yok. vallahi yok. kendimden bile emin değilken başka bi şeyden emin olmak mümkün mü? solipsist miyim neyim? yok değilim.. daha başka bi şey bu sanki..
zecharia sitchin diye bi deli varmış.. demiş ki dünyadaki hayatı uzaylılar başlatmış. doğrudur abicim. olur olur yani. neden olmasın? olmaması için tek bi neden var mı? inatla reddettiğim şeyleri reddetmek için aslında hiçbi neden olmaması gibi.. ya da benimsediğim şeyleri niye benimsiyorum? ben manyak mıyım? hayır yani ne oluyo?
ya "ruh" varsa? istemem, olmasın. korkarım ben öyle şeylerden. hatta kendimden bile korkarım. ya deliysem? şizofren filansam? yok değilim, biliyorum da işte, ya olsam? hatta öyleysem? yani nerden biliyorum ki? şizofren olsam nerden bilicem ki?
burdan 70 milyona sesleniyorum (ahahahaha! hep yapmak istemiştim bunu), böcük samsa beni deli etti. vallahi billahi. adam bi garip. hadi, istediği kadar garip olsun da, beni de garipleştiriyor. en tırsınç olanı da, son bikaç aydır kendi kendime konuşuyormuş gibi hissediyorum onunla konuşurken. sanki öyle biri yok da hani, böyle imaginary friend şeysi gibi. hayır, i don't see dead people. ama tırsınç yani. bu hissiyatı hissedip hislerin içinde şeolmak.
ne demiş freddie? i'm going slightly mad. ne güzel demiş! hem "ufaktan oynatıyorum" hem de "azıcık oynatıyorum" manasında sanki. hmmm.....

gay filmleri şeysi

iki gün önce shortbus'ı, dün de tipping the velvet'ı izledim ve bir kez daha anladım ki gay'lerin kafaları hetero çoğunluktan çok daha farklı işliyor. hep böyle hissettim zaten gay temalı filmler izlerken, ait olmamayı bırakın, yabancısı olduğum bir dünyayı izler gibiydim. ve bu filmler çok güzel! yani, hastası oldum ikisinin de. (renkleri yeter be yaw.) yavaş yavaş da geçiyor bu yabancılık hissi tabii ki.. sinema... aaaahh....
"tipping the velvet" hakikaten ilginç bi filmmiş. lalo sayesinde haberim olan aynı adlı kitaptan uyarlama. filmdeki garipliklerin kitapta da aynen olduğunu varsayarak, hikayeyle ilgili eleştirilerimi waters'a yöneltiyorum. özetlemek gerekirse film/kitap lezbiyen bi kızımızın ilk defa aşık olmasını, lezbiyenliğinin farkına varmasını ve sonrasında gelişen olayları konu alıyor. ve gerçekten "çılgın" şeyler oluyor, aklımın ucundan geçmeyen şeyler. bu şekilde tanımlamamın tek sebebi de, olayın, 100 yıl kadar önce İngiltere'de geçiyor olması. günümüzde homoseksüellerin yaşadıklarına bakılırsa, bence, 100 yıl önce bu işin açıkça yaşanması bile ilginç olmaya yeter. ama bir yandan da binyılların birikiminden bahsediyoruz yani, aslında hiçbir şey ilginç değildi. (buyrun bakalım, ne anladınız?)
film dediğim aslında üç bölümlük bir mini-dizi. bbc için çekilmiş bir tv filmi. adeta giriş-gelişme-sonuç diye gidiyor bölümler. ilk bölüm azıcık sıkıcı gelmedi desem yalan. ikinci ve üçüncü bölümler daha güzeldi sanki. bir de tabii, şu "ingiliz" olayına alışıyor insan herhalde ilk bir saatin sonunda. aksanı ve telaffuzu bırakın, insanların ses tonu bile batıyor! (daha sonra aşık olduğum) başroldeki rachael stirling'in sesi ve konuşması başlarda öyle itici geldi ki kapatmak üzereydim filmi. ama her şey gittikçe güzelleşti, özellikle Nan kişisi yol yordam öğrendikçe çakallaştı, "nasıl yani" diye diye izledim. meraklılar kaçırmasın derim.

Saturday, February 9, 2008

türban ?

Hatırla Sevgili

bilindiği gibi ülkemizde ve dünyada kazma sayısı ve oranı hızla artıyor. gidişatı görmek için televizyona bakmak yeterli sanırım. kabus gibi bir kısır döngüde, halkımız izledikçe kazmalaşıyor ve kazmalaştıkça izliyor. en çok izlenenler de herhalde diziler, diziler, diziler, ve diziler...
elitist görünmek istemem, ben de dizi izliyorum. ancak yaptığım pekçok şeyde en önemli kriterim "zevk almak" olduğundan ve şu kazmalıklar diyarındaki kazma diziler insana zevk vermek yerine cinlerini tepesine çıkardığı için yenilere bakmıyorum bile. "hatırla sevgili" de her hafta bir şekilde takip ettiğim tek dizi. iki sene önce kronik cansıkıntısından muzdarip olduğum dönemlere rastlamıştı başlangıcı, takıldım kaldım.
başlarda -resmen izlerken büyüdüğüm- thalia dizilerindeki hikayeler gibi bir kavuşamama hikayesiyle başlayan ama ana konusu kabak tadı verdikçe bu saçmalığın paralel gittiği hicap memleketinin yakın tarihindeki siyasi bunalımlar ve askeri müdahaleler konusu tam tersinde gittikçe daha iyi işlenen bir dizi bu. (cümle kesin düşük müşük olmuştur ama anladınız siz onu.) ve izlemeye devam etmemin tek sebebi, bu ibret alınacak olaylara yer vermesi. belirtmeden geçmiyim, senaristleri de şu bitmez tükenmez ahmet-yasemin kavuşamama saçmalığına bir son verdikleri için tebrik ediyorum. devrimci üniversite gençliğine odaklanmak doğru seçim.
farkındayım, burası türkiye. dizilerin en az 80 yada 90 dakika "bir şey" gösterme zorunluluğu bulunan bir ülkenin bir televizyon kanalında yayınlanan bir dizi, nitelik olarak lost'la, nip/tuck'la, six feet under'la, dexter'la, house'la, rome'la, carnivale'la filan karşılaştırılamaz bile. televizyondan bile para kazanamayanların ülkesindeyiz ne de olsa. ama buna rağmen, ittire kaktıra, o dönemin arşiv görüntülerinin ve gazete manşetlerinin araya sıkıştırıldığı, bir avuç oyuncusuyla o dönemde "sokaktaki adam" imajını gözümüzde canlandırmamıza yardımcı olan bu yapımı türkiye'deki benzerlerinde ayırmak ve takdir etmek lazım. (ya bi de, yazmazsam çatlarım, olabildiğince tarafsız ama biraz da sola çeken bir dizi bu.)
dedim ya, lost çekmiyoruz burda, tabii ki klasik türk dizisi klişelerinden geçilmiyor. ama işte, her hafta koştura koştura çekildiği belli olsa da, iç bayacak kadar uzun süre aynı şeyler gösterilse de izletiyor kendini. oyuncular için ayrı bir yazı yazılabilir tabii, bilindik talihsizlikler işte: sen kalk, ayda aksel, avni yalçın, engin şenkan, laçin ceylan gibi tiyatro efsanelerinin yanına getir o beren saat denen kadını koy başrol oyuncusu diye; o da her allahın bölümünde aynı kurbağamsı surat ifadesiyle yürümeyi bile beceremeden, elini kolunu nereye koyacağını bilememesinden sallayıp duran, ne üzülebilen ne de sevinebilen kazık gibi haliyle orda dursun. ama olsun, biz alışığız böyle şeylere. genç kadrodan en beğendiğim, ne yalan söyliyim, berk hakman. umarım harika bir karakter oyuncusu olur ilerde.
keşke sevgili halkım -illa izleyecekse- bunları izlese. nereden geldiğini -ve muhtemelen nereye gittiğini- görebilse. (yok yani, tabii o dizi izlemekle olacak şey değil de, hani ben şey olsun diye şeettim.. neyse bitti.)

Friday, February 8, 2008

kesik baş olayı

sır perdesi aralanıyoooooooorrrr!!! çok heyecanlıııııı!!!!! manyağımızı tebrik ediyor başarılarının devamını diliyorum. bakınız kendisi ne demiş:

"Ümmetin çocuklarını ebedi cehenneme sokmaktansa annemde olsa babamda olsa affetmem, kellesini gövdesinden ayırırım. Pişman değilim. Kendi irademle yaptım. Şeytan olduktan sonra annem değil babam olsa tanımam"


türkiye'de doğduğum için çok şanslıyım. dünyanın en eğlenceli ülkesinde yaşıyomuşum, haberim yokmuş. buyrnuz linkler:
http://haber.mynet.com/sayfali/yasam/Boyle-vahset-gorulmedi/06Subat2008/A0602134/0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8185847.asp?gid=229&sz=51181
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8187630.asp?gid=229&sz=33055

Thursday, February 7, 2008

Balık Marşı

artık haberler istanbul'dan efendim.. geçen cuma memleketime döndüm. henüz kendime gelememiş olsam da, odama kavuştuğum için memnunum. tekrar gitme hayalleri kurarak geçirdiğim zamanımda yanımda yöremde canlı bulunsun istedim, fanusta üç balık aldım birkaç gün önce: manik/manyak/sapık gülseli, ortayolcu eralp ve prenses böcük samsa isimlerini verdim kendilerine. dini bütün balıklar olsun diye de kulaklarına ezan okuyup isimlerini üç kere söyledim. orman ne güzel, ne güzel.. sabahtan akşama kadar balık izliyorum. hatta kendimi o kadar kaptırdım ki, gözlemlerimi buraya yazsam bir daha kimse gelip blogumu okumaz. neyse..

hakkında kocamaaaan bir yazı yazma hayalleriyle şimdiye kadar sakladığım angelo branduardi manyaklığımı da bu vesileyle gözler önüne sermek isterim: balıkları almış eve gelirken videodaki şarkıyı dinliyordum; gözümün önünde balıklarım arka arkaya durmuş bi yandan asker gibi yürüyolar bi yandan da dans ediyolardı. dolayısıyla o anın anısına şarkının adını balık marşı olarak değiştirdim. hatta bu önerimi angelo'ya da yazmayı düşünüyorum. oysa ki görünüşe bakılırsa balıklar dans etmekten ziyade birbirlerini taciz ediyorlar. daha doğrusu, hep o manyak olan başlatıyo. ıslah edilebileceğini düşünsem hapis cezası verirdim.. her neyse..
tribime burda son veriyor, büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öpüyorum. umarım sevgili balıklarım hicap memleketinin insanlarından biraz daha akıllı çıkar da "vahşete" meyletmezler. (dediğim gibi, biri vahşete meyledince öbürleri dehşete meyledecek..)



"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur."
- Salman Rushdie