Wednesday, September 10, 2008
Earthlings'ten...
http://www.imdb.com/title/tt0358456/
Labels:
çevre/environment,
eğitim/education,
haber/news,
video
Saturday, August 30, 2008
bu da kapağı >>>
It takes a lot of time to be a genius, you have to sit around so much doing nothing, really doing nothing.
-Gertrude Stein
-Gertrude Stein
Friday, August 15, 2008
inappropriate science :)
"Lastly, cultural anthropology, what this course is about.
Originally, we were expected to go out to far parts of the globe to study “savages” or “primitives”---modern societies were left to sociologists.
We no longer use these words, because inappropriate.
Basically cultural anthros ended up studying everyone but western Europeans and North Americans, who were left to sociologists.
There was an assumption that primitives were living fossils, the remnants of past stages in human evolution. Thus we could learn about our past by studying modern primitives, saw them as living ancestors."
Prof. James Howe from Massachusets Institute of Technology, 21A.100 Introduction to Anthropology, Fall 2004, lecture notes: 1.
http://ocw.mit.edu/OcwWeb/Anthropology/21A-100Fall-2004/CourseHome/index.htm
Originally, we were expected to go out to far parts of the globe to study “savages” or “primitives”---modern societies were left to sociologists.
We no longer use these words, because inappropriate.
Basically cultural anthros ended up studying everyone but western Europeans and North Americans, who were left to sociologists.
There was an assumption that primitives were living fossils, the remnants of past stages in human evolution. Thus we could learn about our past by studying modern primitives, saw them as living ancestors."
Prof. James Howe from Massachusets Institute of Technology, 21A.100 Introduction to Anthropology, Fall 2004, lecture notes: 1.
http://ocw.mit.edu/OcwWeb/Anthropology/21A-100Fall-2004/CourseHome/index.htm
Wednesday, August 13, 2008
"batsın bu dünya"
yarın finalim var. babamın deyimiyle "ak göt kara göt belli olacak". ama ne yazık ki ders çalışmaya allerjik bir bünyem var. beş hafta sonra başlayacak olan masterıma selamlarımı söyleriniz piliz. (bu arada adamlar beni hayrete sevk etti; ders programım şimdiden hazır ve internette!)
geçen haftasonunu ayvalık'ta geçirerek büyük hatalarımdan birini yaptım. zehir gibiydi neredeyse. babamla -muhtemelen şimdiye kadarki en kötüsü olan bir- kavga ettim. adam kafayı yedi. sabah sabah kahvaltıda şarkı söylüyodu ve sabah gıcıklığım üstümde "susar mısın yaaaa" gibi bi laf ettim. allaaaaaaah! sanırım son cümleleri "sen nefret ediyorum! bittin benim için, gözüm görmesin seni" oldu. psikopat herif. kendisinin büyük intikam planı da şu: söz verdiği parayı bana vermeyerek brüksel'de sokaklarda yatmama sebep olmak. kendisini o anda çözüverdim, ama yine de alev hanımefendiye anlatmak için sabırsızlanıyorum.
ayrıca kendime "kleptomani başlangıcı" teşhisi koydum. ama sadece başlangıcı. kimse korkmasın. bu arada hemen belirteyim ki ilkelerim var: sadece dükkanlardan! (vb.) allah taksiratımı affetsin.
şimdi izninizle günahlarımdan arınabilmek amacıyla gidip kendimi kırbaçlicam. sonra da "bulimia başlangıcı" için çalışmaya başlicam.
geçen haftasonunu ayvalık'ta geçirerek büyük hatalarımdan birini yaptım. zehir gibiydi neredeyse. babamla -muhtemelen şimdiye kadarki en kötüsü olan bir- kavga ettim. adam kafayı yedi. sabah sabah kahvaltıda şarkı söylüyodu ve sabah gıcıklığım üstümde "susar mısın yaaaa" gibi bi laf ettim. allaaaaaaah! sanırım son cümleleri "sen nefret ediyorum! bittin benim için, gözüm görmesin seni" oldu. psikopat herif. kendisinin büyük intikam planı da şu: söz verdiği parayı bana vermeyerek brüksel'de sokaklarda yatmama sebep olmak. kendisini o anda çözüverdim, ama yine de alev hanımefendiye anlatmak için sabırsızlanıyorum.
ayrıca kendime "kleptomani başlangıcı" teşhisi koydum. ama sadece başlangıcı. kimse korkmasın. bu arada hemen belirteyim ki ilkelerim var: sadece dükkanlardan! (vb.) allah taksiratımı affetsin.
şimdi izninizle günahlarımdan arınabilmek amacıyla gidip kendimi kırbaçlicam. sonra da "bulimia başlangıcı" için çalışmaya başlicam.
Saturday, August 2, 2008
Monday, July 28, 2008
Saturday, July 26, 2008
gavur yapıyor: "happiness is not to have more but to be more"
conrad schmidt adında bi kanadalı kalkıp hayalimdeki siyasi partilerden birini kurmuş: work less party.haftalık çalışma saatlerinin 4 gün ve 32 saatle sınırlandırılmasını istiyorlar. desteklemek lazım tabii, çok faideli olur. web sitelerindeki belgeselimsi vidodan çıkardıklarım:
kendisine, sevdiklerine, hobilerine ve vs.lerine daha fazla vakit ayıran insanlar daha "mutlu" olmak suretiyle daha iyi birer çalışana dönüşebilirler öncelikle (tamam, sanırım bu dediğim onların gerekçelerinden biri değil.) sonracığımaaa...
daha az çalışma -> daha az üretim -> daha az tüketim (ki hastası olduğum bi akıl yürütme)
ayrıcana: bir insanın haftalık çalışması 32 saatle sınırlanırsa ve illa daha fazla üretmek için kıçını yırtarsa sevgili işverenler, hoş bi şey olur: işsizlik azalır! herkes çalışır ama daha az.
ha bi de, psikopat gibi üretmenin ve sınırsız ekonomik "büyümenin" sadece bir hayal olduğunu söylemiş sevgili profesörlerimiz. büyü büyü büyü nereye kadar kardeşim?! sonunda "dünyalara sığmam, taşarım!" durumu olcek.
velhasıl kelam, günün birinde kanada vatandaşı olursamsa oyum bu adamadır, o zamana kadar pes etmezse.
ancaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaakkk, işler bu elemanların "avrupa birliğinde kaput başına co2 emisyonu kuzey amerika kıtasında kaput başına co2 emisyonunun yarısı kadar" diye ahkam kesmeleriyle bitmiyor. maalesef(!) dünyamız kuzey amerika ve avrupa kıtalarından ibaret değil. (olsa ne güzle olurdu di miiiaaaaa) bunun çin'i var, hindistan'ı var, brezilya'sı var.. manyak gibi kömür mömür yakıp sera etkisi yaratıyolar hem de. ki bu da iyi sayılır hadi. bu ülkeler de bi süre sonra yeşil enerjiye geçti diyelim, bunun daha afrika'sı var kardeşim. adamlar aç! nerden başlayacaklar? kaput başına süper-az co2 şettiren sarışın avrupalılar afrikalıların kara kaşı kara gözü için gidip oralarda yel değirmenleri ve güneş enerjisi sistemleri mi kurcaklar? (külahım oralarda bi yerlerde.. anlatınız.)
tamam, yerel hareket etmek lazım ama bi de küresel bi durum söz konusu. çin'i kim durduracak? "3.dünya ülkelerindeki" insancıkları kim "insan" haline getircek? body shop'un yaptırdığı çilek kokulu body butter'larla olmuyo bu işler. yani, iyisiniz hoşsunuz da, görmezden gelinmek hoşuma gitmiyor sayın schmidt!
yazımı bitirirken size başarılar diliyor ve "haftada 4 gün çalışırım, kalan zamanımda da parti parti partizani yaparım" tribinizin tayland'da günde bikaç cent'e çalıştırılan çocuklara yenilerini eklememesini umuyorum. bi iş yapıyosanız adam gibi yapınız. gözlerinizden öperim.
ayrıca bunu yapan bunu da yapmış: world naked bike ride
kardeş orgnaizasyon için bakınız: take back your time
ilham perim olan ntvmsnbc'nin ayrıntılı haberini de okuyunuz.
kendisine, sevdiklerine, hobilerine ve vs.lerine daha fazla vakit ayıran insanlar daha "mutlu" olmak suretiyle daha iyi birer çalışana dönüşebilirler öncelikle (tamam, sanırım bu dediğim onların gerekçelerinden biri değil.) sonracığımaaa...
daha az çalışma -> daha az üretim -> daha az tüketim (ki hastası olduğum bi akıl yürütme)
ayrıcana: bir insanın haftalık çalışması 32 saatle sınırlanırsa ve illa daha fazla üretmek için kıçını yırtarsa sevgili işverenler, hoş bi şey olur: işsizlik azalır! herkes çalışır ama daha az.
ha bi de, psikopat gibi üretmenin ve sınırsız ekonomik "büyümenin" sadece bir hayal olduğunu söylemiş sevgili profesörlerimiz. büyü büyü büyü nereye kadar kardeşim?! sonunda "dünyalara sığmam, taşarım!" durumu olcek.
velhasıl kelam, günün birinde kanada vatandaşı olursamsa oyum bu adamadır, o zamana kadar pes etmezse.
ancaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaakkk, işler bu elemanların "avrupa birliğinde kaput başına co2 emisyonu kuzey amerika kıtasında kaput başına co2 emisyonunun yarısı kadar" diye ahkam kesmeleriyle bitmiyor. maalesef(!) dünyamız kuzey amerika ve avrupa kıtalarından ibaret değil. (olsa ne güzle olurdu di miiiaaaaa) bunun çin'i var, hindistan'ı var, brezilya'sı var.. manyak gibi kömür mömür yakıp sera etkisi yaratıyolar hem de. ki bu da iyi sayılır hadi. bu ülkeler de bi süre sonra yeşil enerjiye geçti diyelim, bunun daha afrika'sı var kardeşim. adamlar aç! nerden başlayacaklar? kaput başına süper-az co2 şettiren sarışın avrupalılar afrikalıların kara kaşı kara gözü için gidip oralarda yel değirmenleri ve güneş enerjisi sistemleri mi kurcaklar? (külahım oralarda bi yerlerde.. anlatınız.)
tamam, yerel hareket etmek lazım ama bi de küresel bi durum söz konusu. çin'i kim durduracak? "3.dünya ülkelerindeki" insancıkları kim "insan" haline getircek? body shop'un yaptırdığı çilek kokulu body butter'larla olmuyo bu işler. yani, iyisiniz hoşsunuz da, görmezden gelinmek hoşuma gitmiyor sayın schmidt!
yazımı bitirirken size başarılar diliyor ve "haftada 4 gün çalışırım, kalan zamanımda da parti parti partizani yaparım" tribinizin tayland'da günde bikaç cent'e çalıştırılan çocuklara yenilerini eklememesini umuyorum. bi iş yapıyosanız adam gibi yapınız. gözlerinizden öperim.
ayrıca bunu yapan bunu da yapmış: world naked bike ride
kardeş orgnaizasyon için bakınız: take back your time
ilham perim olan ntvmsnbc'nin ayrıntılı haberini de okuyunuz.
rakı şişesindeki çipura
sevgili heotonti dün gece başlattığı muhteşem bi tören sonrasında sabah 10 sularında içkiye tövbe etmiştir. kendisine bundan sonraki hayatında başarılar diliyoruz. bilgilerinize...
Wednesday, July 23, 2008
Monday, July 21, 2008
"blog bana karı bul lan allahsız"
la vida es un carnaval be blog. oooooh hayat ne güzel! bi de bu sıcaklar olmasa. yarın salsa dersime yine üç t-shirt'le gidicem herhalde. her birini sırılsıklam edip tuvalete sıkmak da cabası. çok çılgın hatunum di mi? (evet iğrencim biliyorum, ama biraz iltifat et be blog, gururumu okşa.)
celia cruz'u sen de çok seviyosun di mi blog? senin de salsa yapasın geliyo mu bu şarkıyı dinleyince? neyse.. kader utansın be blog. bak kim ki duk ne demiş? "spring summer fall winter and spring" demiş. senin de ömrünün baharı gelecek elbet blog. belki bi sonraki hayatında dünya salsa şampiyonu filan olucaksın, kim bilir?
en sevdiğim gün salı! hem psikologla randevum var hem de salsa kursum. her hafta yeni konu ve konuklarımda psikolog hatunun karşısına geçip zırvalamak ne güzel şeymiş. hiçbi halta yaramasa da en azından kendi kendime konuşmaktan kurtuldum sayılır. evet kurtuldum kurtuldum. artık daraldım konuşmaktan. hem bu sefer sanki her bok o kadar çözümsüz değil gibi.. önceden de değildi ya.. anladın sen onu blog. (hastayım sana!) aslında bu ferahlama olayı bodrum'da pörtledi içimde. oraya gittiğimden beri bi hoşum. döndükten sonra o hoşlukta görünür azalma olsa da hala bi şeyler var gibi. kardeşin dediği gibi "danssız geçen ömrüme yazıklar olsun!" ayrıca saçımı daha kısa kestirip siyaha boyattım blog. baştan sevmedim, içim karardı o kıpkızıl geçen aylardan sonra. ama şimdi süper-cool olduğumu fark ettim. alem bana hasta blog! (ama henüz farkında değil. maalesef.)
yarın psikolog hanfendiye anlatıcaam konuyu önce sana anlatayım dedim. şöyle ki, evvelsi gece laura'yı rüyamda gördüm. sevişiyoduk. (aslında sevişmeye çalışıyoduk da işte çaktırma sen.) çok enteresandı.. başka ne diyebilirim ki? rüya bir nedir ki? zaman ve mekan karman çorman bi şey oluşturmuştu. adı ile uyuşmayan yerlerdeydik (bodrum kampı, ama kamp değil. anladın sen onu.) ve şimdikinden daha gençtik. her gün uyanıp buluşuyoduk akşama kadar bahçede minderler üzerinde yatıp çay ve buzlu çay skalasından bi şeyler içiyoduk.
şimdi bu rüyadan sonra sorulacak soru direkman "ben lezbiyen miyim blog?" olmayabilir.. bugün le temps qui reste'i izledim mesela, ordaki eleman da rüyalarında anasıyla, babasıyla, büyükannesiyle, küçüklük haliyle, doktoruyla filan seviştiğini söylüyodu. (ama kendisi gay'di.) neyse işte iyice karıştı sanırım. sonuç olarak, sevgili istiyorum artık blog! just, anyone with a pulse! or even... pulse optional! (eddie izzard! hastayım sanaaaa!) (keşke eddie izzard gibi süpper bi travesti sevgilim olsa.. neyse..)
bugünkü yazıma son verirken, ellerinden gözlerin felan öper esen kalmanı temenni ederim ey blog. celia'dan guantanmera sana bugünkü son kıyağım olsun.
Tuesday, July 15, 2008
Monday, July 14, 2008
vizeni de al git
efenim malumunuz (af buyrun) s.ktir olma umuduyla belçika'ya gidicektim. gelin görün ki vize bilmemneleri geçen seneden beri başvuranı tamı tamına soyabilmek adına 3 kat filan pahalanmış. erasmus için giderken duyduğumda sinirden ağlamama sebep olan sağlık raporunun sadece alman hastanesi'nden alınınca kabul edildiği fikrine kendimi alıştırmaya çalışıyodum ki (ne de olsa geçen sene sadece 200 liraCIK ödemiştim bu boktan frengi, hiv, hepatit b ve verem testlerine) bugün tam 410 liramı aldılar aynı işlem için. ulan bari kan şekerime, kolesterolüme filan baksaydınız! tansiyonumu ölçseydiniz! veremli gibi mi duruyorum beeeee!
bu yetmiyormuş gibi bokun püsürün çevirisini (ki 1000 kelime başına 25 lira), notere tasdiğini (ki belge başına 50 lira), yetmiyormuş gibi apostil bokunu (ki belge başına 10 lira) istiyorlar. bokun püsürün ne demek? en az 5 belge demek. soyun ulan! donumu da alın bitsin bu iş! bakırköydeki soyguncu noterlerden birinde veznede oturan karı! sana diyorum! bir sonraki gelişim (ki bu yarın ya da öbür gün olabilir) üçüncü olacak. bir sefer daha bana "sen" dediğini ve çemkirmeye cüret ettiğini duyarsam -na buraya yazıyorum- suratına kezzap atacam! yanındaki o imza atan noter mdiir katip midir ne o kıçının kılı kadayıf olmuş herif için de geçerlidir bu. pis pis bakıp gülmesin bana. dağdan mı indiniz!
uzun lafın kısası, bu ülkeye gitmeyin kardeşim. gitmek isteyenleri de uyarın. konsoloslukta kapıda duran güvenliğine kadar kıllık işlemiş iliklerine bunların. "siz 3. dünya ülkesi vatandaşlarısınız, hayvansınız" bundan daha usturuplu ifade edilemezdi. hayır belçikalı dangalağın teki kalkıp bana "ulan senin bu elçiliğin vize için benden tam 30 euro aldı! inanabiliyo musun?! nereye gidiyorum ben kardeşim!" diye dellenmese içim acımicak. kısasa kısas abicim. ceplerinden en az 300 euro çıkarmadan ülkeye almamak lazım bunları. güya vize ücreti ödemiyomuşuz. çocuk mu kandırıyosunuz siz beeeeeee!!!!!!!!
not: evde terör estirmeye başlamadan önce kısmen de olsa rahatlama umuduyla yazıyorum bunları. haydi bismillah!
bu yetmiyormuş gibi bokun püsürün çevirisini (ki 1000 kelime başına 25 lira), notere tasdiğini (ki belge başına 50 lira), yetmiyormuş gibi apostil bokunu (ki belge başına 10 lira) istiyorlar. bokun püsürün ne demek? en az 5 belge demek. soyun ulan! donumu da alın bitsin bu iş! bakırköydeki soyguncu noterlerden birinde veznede oturan karı! sana diyorum! bir sonraki gelişim (ki bu yarın ya da öbür gün olabilir) üçüncü olacak. bir sefer daha bana "sen" dediğini ve çemkirmeye cüret ettiğini duyarsam -na buraya yazıyorum- suratına kezzap atacam! yanındaki o imza atan noter mdiir katip midir ne o kıçının kılı kadayıf olmuş herif için de geçerlidir bu. pis pis bakıp gülmesin bana. dağdan mı indiniz!
uzun lafın kısası, bu ülkeye gitmeyin kardeşim. gitmek isteyenleri de uyarın. konsoloslukta kapıda duran güvenliğine kadar kıllık işlemiş iliklerine bunların. "siz 3. dünya ülkesi vatandaşlarısınız, hayvansınız" bundan daha usturuplu ifade edilemezdi. hayır belçikalı dangalağın teki kalkıp bana "ulan senin bu elçiliğin vize için benden tam 30 euro aldı! inanabiliyo musun?! nereye gidiyorum ben kardeşim!" diye dellenmese içim acımicak. kısasa kısas abicim. ceplerinden en az 300 euro çıkarmadan ülkeye almamak lazım bunları. güya vize ücreti ödemiyomuşuz. çocuk mu kandırıyosunuz siz beeeeeee!!!!!!!!
not: evde terör estirmeye başlamadan önce kısmen de olsa rahatlama umuduyla yazıyorum bunları. haydi bismillah!
Sunday, June 29, 2008
baila!
bi yaşıma daha girdim: salsa öğrenmeye başladım bordum'un sıcak akşamlarında. çok çılgın bi dansmış, pek süpermiş. ancak içinde bulunduğum ortamda bu işe girişmek ve bunda tek olmak kolay değil, aleme rezil olmuşum haberim yokmuş. muhtelif olayları sıralayayım:
geçen gün ali hocayı bekliyodum sinema salonunun önünde (evet, açıkhava sinemasının sahnesinde kıvırtmaya çalışıyorum) bi kadın gelip "salsa kursu yok mu burda" diye sorunca "evet var, hatta ben de hocayı bekliyorum" dedim; ama demez olaydım. kadın beni şööööyle bi süzdü baştan aşağı ve sanırım içinden "hadi canım sen de" dedi. burdan o kadını pisliyorum. yazık günah kardeşim! tombalak insanlar salsa yapamaz mı üleyn!
salsa dersinden hemen sonra çocukların suratlarına kelebek çizip salak müziklerde dans ettiği bir etkinlik daha olduğu için kampın bütün çocukları da beni tanıdı hayırlısıyla. evvelsi gün minik kızın teki diskoda yanıma gelip "sen salsadaki ablasıııııın!" demez mi.. tombalak dansçı olarak çocukların sevgülüsü oldum sanırsam.
eh malum, ayaklarım beni anca taşıyor. bi de "dans edin" komutu verdiğimde "hadi len" diyip takmıyorlar. zorladım azcık kendilerini ve cevabımı aldım. bileğimi burktum hafiften. o geceyi ayağımın üzerine basmayarak atlattım ve sabah doktora gittim. salsadan burkulduğunu söylemeye utandım haliyle, adam bana demez mi "e kızım psikopat mısın!" neyse... doktor muayene etti, oraya buraya bastırdı. sonra da merhem verdi ve sarmamı önerdi. teşekkür edip kapıdan çıkıyodum kiiiiii "salsadan olmuş olmasın" demez mi?! "aman tanrım! aleme rezil oldum!" depküsünü veriveedim.
e tabii bir de ali hocanın üzerimdeki baskısını söylemem lazım. adam mütemadiyen benimle gırgır geçmekte. "bir öğrencim var, on öğrenciye bedel" demekte mesela. çok yakında ayağına bi temiz basmayı düşünüyorum, görsün gününü. ama ona da yazık tabii.. zavallı adam, ilk gün hayatının gafını yaparak "kollarını sağlam tut, çektiğimde sallanmasın" diyiverdi ve sonradan gördü ki bu sefer döndürmek için kolumu kaldırmaya çalıştığında kol kalkmıyor! artık ne kadar içselleştirdiysem öğüdünü, milim kıpırdatmıyorum. tabii o yukarı kaldırmaya çalıştıkça ben aşağı çekiyorum gayriihtiyarı ve her dans "şu kolunu serbest bıraksana" isyanlarıyla bölünüyor. yakında vinç getirecekmiş kolumu kaldırmaya. elli kere özür diliyorum ama yine de olmuyor olmuyor olmuyor! tabii bi de "ne biçim kadınsın sen, kırıtsana biraz" demesi dokunuyor. naaapıyım karrrdeşim! senin de kıçın bu kadar büyük olsa biraz düşünürsün yani sallamadan önce. neyse.. ufaktan ona da dikkat etmeye başladım. sonuç olarak, dört günde epey ilerleme kaydettim. umarım bugün temel adımlarım (hocanın tabiriyle) oturmuş olur da kombinasyon çalışırız. (ay bi de bi nike reklamından bahsedip duruyo çok süper dans eden tombik bi hatun varmış.. onu arıyorum fellik fellik)
her ne kadar olaylı devam etse de salsa süper bi şeymiş. (en başta da yazdım di mi bunu?) rosalinda eşliğinde 1, 2, 3; 5, 6, 7 diyerekten kıvırınca çocukluğuma da döndüm netekim.
geçen gün ali hocayı bekliyodum sinema salonunun önünde (evet, açıkhava sinemasının sahnesinde kıvırtmaya çalışıyorum) bi kadın gelip "salsa kursu yok mu burda" diye sorunca "evet var, hatta ben de hocayı bekliyorum" dedim; ama demez olaydım. kadın beni şööööyle bi süzdü baştan aşağı ve sanırım içinden "hadi canım sen de" dedi. burdan o kadını pisliyorum. yazık günah kardeşim! tombalak insanlar salsa yapamaz mı üleyn!
salsa dersinden hemen sonra çocukların suratlarına kelebek çizip salak müziklerde dans ettiği bir etkinlik daha olduğu için kampın bütün çocukları da beni tanıdı hayırlısıyla. evvelsi gün minik kızın teki diskoda yanıma gelip "sen salsadaki ablasıııııın!" demez mi.. tombalak dansçı olarak çocukların sevgülüsü oldum sanırsam.
eh malum, ayaklarım beni anca taşıyor. bi de "dans edin" komutu verdiğimde "hadi len" diyip takmıyorlar. zorladım azcık kendilerini ve cevabımı aldım. bileğimi burktum hafiften. o geceyi ayağımın üzerine basmayarak atlattım ve sabah doktora gittim. salsadan burkulduğunu söylemeye utandım haliyle, adam bana demez mi "e kızım psikopat mısın!" neyse... doktor muayene etti, oraya buraya bastırdı. sonra da merhem verdi ve sarmamı önerdi. teşekkür edip kapıdan çıkıyodum kiiiiii "salsadan olmuş olmasın" demez mi?! "aman tanrım! aleme rezil oldum!" depküsünü veriveedim.
e tabii bir de ali hocanın üzerimdeki baskısını söylemem lazım. adam mütemadiyen benimle gırgır geçmekte. "bir öğrencim var, on öğrenciye bedel" demekte mesela. çok yakında ayağına bi temiz basmayı düşünüyorum, görsün gününü. ama ona da yazık tabii.. zavallı adam, ilk gün hayatının gafını yaparak "kollarını sağlam tut, çektiğimde sallanmasın" diyiverdi ve sonradan gördü ki bu sefer döndürmek için kolumu kaldırmaya çalıştığında kol kalkmıyor! artık ne kadar içselleştirdiysem öğüdünü, milim kıpırdatmıyorum. tabii o yukarı kaldırmaya çalıştıkça ben aşağı çekiyorum gayriihtiyarı ve her dans "şu kolunu serbest bıraksana" isyanlarıyla bölünüyor. yakında vinç getirecekmiş kolumu kaldırmaya. elli kere özür diliyorum ama yine de olmuyor olmuyor olmuyor! tabii bi de "ne biçim kadınsın sen, kırıtsana biraz" demesi dokunuyor. naaapıyım karrrdeşim! senin de kıçın bu kadar büyük olsa biraz düşünürsün yani sallamadan önce. neyse.. ufaktan ona da dikkat etmeye başladım. sonuç olarak, dört günde epey ilerleme kaydettim. umarım bugün temel adımlarım (hocanın tabiriyle) oturmuş olur da kombinasyon çalışırız. (ay bi de bi nike reklamından bahsedip duruyo çok süper dans eden tombik bi hatun varmış.. onu arıyorum fellik fellik)
her ne kadar olaylı devam etse de salsa süper bi şeymiş. (en başta da yazdım di mi bunu?) rosalinda eşliğinde 1, 2, 3; 5, 6, 7 diyerekten kıvırınca çocukluğuma da döndüm netekim.
Tuesday, June 24, 2008
cien tatilde
birkaç saat önce bodrum'a ulaştık.. özel eğitim merkezi'ndeki motelimize de yerleştik. ve hiper-sıcak olduğu için klimasız bir internet kafeden bildiriyorum.
cuma sabahı istanbul'dan (tabii ki olaylı) bir çıkışın ardından öğleden sonra urla'ya vardık.. bildiğiniz köy. bülent bey'in pansiyonunda kaldık üç gece, cehennem gibiydi. hayatımda bu kadar pis bir odada uyumak zorunda kalmamıştım. ama urlayakınlarındaki çeşmealtı'ndaki ucuz pazardan altığımız (entel dantel) şile bezi pantolon ve gömlekler, yolluca kampında takılmalar, denize girmeler ve kavrulmalar, ve güzelçamlı - dilek yarımadası milli parkı - efes gezimiz pek hoştu. cuma günkü maçı da yolluca'da izledik. ilk 90 dakikayı saymazsak hayatımd aizlediğim en iyi maçlardandı :) çığlık atmaktan boğazımız şişti (destekliyorum milli takımı, suç mu leyn!)
dün de bülent'ten kaçıp yol üstünde priene'ye de uğrayıp didim'e gittik. içimiz dışımız antik uygarlık oldu, destekliyorum hepsini. didim ayrı bi güzellikti tabii. nemsiz ve sıcak, tam yaz mekanı. hiç terlemeden bunalmadan takıldık. (urla'ya soğuk bile denebilir hatta :)) pek şeker bi otele girdik burda da, uyuduk uyandık yedik içtik sıçtık af buyrun. şazime hanım ve serkan-sercan kardeşler sayesinde pek güzel geçti. sabah da denize girdik. aman tanrılarım! o ne güzle deniz öyle! sanırım hayatımda gördüğüm en güzel sahil ve denizdi. (tamam ege de işte anlayın siz) gelecek seneki tatil programıma dilek yarımadası'nı ve didim'i aldım vallahi. bakalım artık..
şimdi de gidip denize nazır bir kafede soğuk kolamı felan yudumliciim.
cuma sabahı istanbul'dan (tabii ki olaylı) bir çıkışın ardından öğleden sonra urla'ya vardık.. bildiğiniz köy. bülent bey'in pansiyonunda kaldık üç gece, cehennem gibiydi. hayatımda bu kadar pis bir odada uyumak zorunda kalmamıştım. ama urlayakınlarındaki çeşmealtı'ndaki ucuz pazardan altığımız (entel dantel) şile bezi pantolon ve gömlekler, yolluca kampında takılmalar, denize girmeler ve kavrulmalar, ve güzelçamlı - dilek yarımadası milli parkı - efes gezimiz pek hoştu. cuma günkü maçı da yolluca'da izledik. ilk 90 dakikayı saymazsak hayatımd aizlediğim en iyi maçlardandı :) çığlık atmaktan boğazımız şişti (destekliyorum milli takımı, suç mu leyn!)
dün de bülent'ten kaçıp yol üstünde priene'ye de uğrayıp didim'e gittik. içimiz dışımız antik uygarlık oldu, destekliyorum hepsini. didim ayrı bi güzellikti tabii. nemsiz ve sıcak, tam yaz mekanı. hiç terlemeden bunalmadan takıldık. (urla'ya soğuk bile denebilir hatta :)) pek şeker bi otele girdik burda da, uyuduk uyandık yedik içtik sıçtık af buyrun. şazime hanım ve serkan-sercan kardeşler sayesinde pek güzel geçti. sabah da denize girdik. aman tanrılarım! o ne güzle deniz öyle! sanırım hayatımda gördüğüm en güzel sahil ve denizdi. (tamam ege de işte anlayın siz) gelecek seneki tatil programıma dilek yarımadası'nı ve didim'i aldım vallahi. bakalım artık..
şimdi de gidip denize nazır bir kafede soğuk kolamı felan yudumliciim.
Thursday, June 19, 2008
Sunday, June 15, 2008
ÖSSzede
iki adım ötedeki okulda dönüşümlü olarak kenan doğulu'nun 10. yıl marşı versiyonu ve "allah yoluna cengedelim şan alalım şan" diye giden mehter marşı çalınırkene (ve arada nedense atatürk'ün "ne mutlu türk'üm diyene" haykırışları dinletilirkene) ve tam da şu anda ezan okunmaya başlanmışken ben de çılgınlar gibi terleyerek(ten) adını yazamadığım kardeşimin bir yaşında çekilmiş fotoğrafına bakarak(tan) "ay naaaptı acep" diye kendimi paralıyorum. gelse de kurtulsak, hayat bayram olsa! (ezan bitti ve marşlara devam, aman yarabbi!)
allah bu öss belasını başımıza getirenin belasını versin. amin!
allah bu öss belasını başımıza getirenin belasını versin. amin!
Monday, June 9, 2008
yiğit hacım
2008 Hormonlu Domates Ödülü adayları
homoloji'den dürttüler adaylarımızı belirlememiz için (ki ben daha homolog olamadım), ben de oturdum teeeek tek inceledim hormonlu domates adaylarını. çok zor da olsa seçimimi yaptım sonunda. şimdiye kadar 163 kişi oy vermiş, sonuçlar bu ayın sonuna doğru açıklanacakmış. seçtiğim adayları lambdaistanbul'daki açıklamalarıyla şuraya yazayım/yapıştırayım dedim. adaylarıma başarılar diliyorum, gözlerinden öpüyorum:
* basından; Engin Ardıç:
yazdıklarını okuyunca içimden kendisine "hoşt" demek geldi.. aha buraya da yazıyorum işte, ben kızışma dönemimde çiftleştiğim kişiye "eş" diyorsam o kendini bilmez de..... neyse... cahil diyor ve geçiyoruz.
08 Ağustos 2007 tarihinde Akşam gazetesinde "Karının Dönüşü" başlıklı yazısında dile getirmiş olduğu "Elli beş yıldır Türkçe konuşuyorum, ana dilimde "eş" diye hayvanlara denir. Kuşun, aslanın, kaplanın eşi olur, insanın değil." ifadesi ile sevgili Engin Ardıç domates bahçemizin kapılarını aralamıştır. Kalemin ve düşüncenin birleştiği anda akla gelenlerin irdelenmeden kaleme alındığını düşündüğümüz yazısında feministlik, lezbiyenlik, seks işçiliği ve entelektüellik gibi kavramlar arasında kendince bağlantılar kurup çirkin ithamlarda bulunan sayın (evet bu yazı Ankara dışında yazıldı) Ardıç yazısını "Ben şimdi yazımı yazdım gidiyorum, evde karım bekliyor. Kedim de bugünlerde kızıştı, ona da bir eş bulmam gerekiyor. Aha cümle içinde de kullandım, tamam mı entelcikler?" şeklinde noktalamıştır. 55 Yıllık Türkçe konuşma sürecinde kelime ve anlamlarını tekilleştirmeyip, kulaktan dolma bir şekilde değil de Türk Dil Kurumunun Türkçenin daha iyileştirilmesi adına yayınladığı Türkçe sözlükten öğrense idi "eş" kelimesinin "Karı kocadan her biri, hayat arkadaşı, refik, refika" şeklinde anlamının da olduğunu görebileceği gibi anlamsal olarak daha pekişmesi için "Kadın diye eşini bellemiş, dürüst, aile babası bir adamdır." şeklinde cümle içerisinde kullanılmış halini TDK'dan alıntı yapar kendisine kedisi, karısı ve kırmızı kırmızı domatesleri ile mutlu mesut bir hayat temenni ederiz.
* kurumlardan; RTÜK:
huysuz'a kalkan eller kırılsın ulaaaaaaaaaaaaaaaaaannnnn!!! başlatmayın türk aile yapınıza! ne ara çıktı bu yapılaşma anlamıyorum ki, on yıl önce yok muydu?
Yılların Huysuz Virjin'i ekranlara RTÜK yüzünden veda etti. "Benimle Dans Eder Misin?" isimli programda sunuculuk yapan Seyfi Dursunoğlu'nun unutulmaz karakteri Huysuz Virjin "Türk aile yapısına uymadığı ve gençlere kötü örnek olduğu için yasaklandı. Peki, Huysuz'un sesini kısan RTÜK homofobi ve transfobinin bayrağını taşıyan Serap Ezgü ve Kadir Çelik'e, ilkelerine aykırı yayın yapmasına karşın niye sesini çıkarmıyor? Cevap soruda gizli aslında? Şimdi Katina'nın elinde makası, bizim de elimize domatesler. Oylara kuvvet...
* magazinden; Bade İşçil:
en çok bu karının yımırtladıklarını okurken güldüm. pes! bu kadar olur! linkteki röportajı baştan sona okumanızı öneririm. tadımlık bi şeyler isteyenlere bazı inciler:
- "Çevrede o kadar çok rahat kız var ki. Erkekler için bu durum elinin kiri, erkek adam yapar durumu... Sonuçta insanlar gerçek aşkı yaşayana kadar bu mübah. Yapmalı demiyorum ama gelene de hayır diyen bir erkeğe gay derler. Ben biraz bu konularda tutucuyum, kendimi evleneceğim erkeğe saklıyorum."
- "Bir insanın evlendikten sonra birlikte olması bana daha mantıklı geliyor. Kimsenin şahsi fikrini yadırgamam, yargılamam ama bir genç kız için liste halinde bir ilişki mazisi olması hiç hoş değil. Bu evleneceğin insanı da huzursuz etmemesi açısından önemli."
- "Nasıl temiz kaldığımı Mahsun’a sormanız lazım."
- "Ben mümkün olduğu kadar kendimi muhafaza ediyorum. Ben bu konularda tutucu ve yobazım. Ayrıca benim bu düşüncem geri kafalılık da değil ki.. Kişinin evleneceğe kişiye saygı duyması, kendini ona saklaması."
- "Mahsun ile dalış yapmaya da arkadaş grubuyla birlikte gidiyorduk. Ayrıca bu konu beni sıktı. Bir gazetede bakireyim açıklaması, ya da bir liste açıklamaları bana tuhaf geliyor. Ben biraz feministim galiba. Bunları konuşurken bile domates gibi kızarıyorum."
kendisine balık filan yemesini öneriyorum, zihni açarmış. biraz da kitap okursa bir insanın aynı anda hem feminist hem yobaz, her tutucu hem de "gerikafalı olmayan" olamayacağını anlar herhalde.. yani umarım.. inşaallah.. ayrıca sonsuza kadar temiz kalmasını temenni ediyorum.
Ahlak kavramı üzerine kitaplar yazılabilir ama ahlaksız kavramı üzerine hepimizin kurabileceği muğlak bir iki cümle vardır mutlaka. Cinselliği, birbirini seven iki insanın seksüel paylaşımını, liseli genç bir kızın Hülya Koçyiğitsel tavrıyla ve ortalama insan zekâsıyla harmanlayıp 'yanlış bir şey yapmak ya da yanlış bir şey yapmamak' ifadeleri tanımlayan bu genç kızımıza, vakitsiz patlayan cümleleri, bir domates kazandırır mı bilinmez ama Savaş Ay'ın ardından enteresan bir 'Ahlak Bekçisi' unvanını çok görmeyeceğimizi aşikâr.
* siyasetten; Hüsrev Kutlu:
seni o "bir yanlarından" asmak lazım, insanlığı "bir yanlarına" endeksleyen ve "bir yanlarından" anlayan insan. "bir yanlar" adamı seni!
Savaşın bizleri derin bir mutsuzluğa sürüklediği 2007 yılının en cesur ve güzel çıkışlarından biri Bülent Ersoy'dan geldi: "Oğlum olsa askere göndermezdim!" Takip eden günlerde ülkenin savaş tacirleri, kana susamışlıklarını ve transfobilerini harmanlayıp Bülent Ersoy'un üzerine, üzerimize kustu. Bu dönemde özellikle bir isim, AKP Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu, DTP Eski Genel Başkanı Ahmet Türk'ün "Bülent Ersoy kadar cesur olamadılar" sözleri üzerine söylediği "Doğruyu söylemiş. Bülent Ersoy kadar cesur olsaydık, biz de bir yanlarımızı kestirirdik" sözleriyle transseksüel bireylere bakışındaki cehaleti, nefretle yüzümüze çarpıyordu. Değerli bir varoluş biçimini, nefret dolu ağzıyla küfre çevirmeye çalışan bu vekil bey sizce de kariyerinin kalan kısmını sadece birkaç domatese vekâlet ederek geçirmeyi hak etmiyor mu?
* televizyondan; Levent Kırca:
seninkiler ski kokarken biz bi şey dedik mi kıskanç adam?.. propagandayla eşcinsel olanı mı gördün? sen de mi cahilsin anlamadım ki..
Yıllarca ağzından düşürmediği "ski"lerle sözüm ona siyasi eleştiri yapan Kırca, Ali Poyrazoğlu ile arasında çıkan "pornocular savaşı" sırasında Poyrazoğlu'nun oyunlarını eşcinsellik kokmakla ve eşcinsellik propogandası yapmakla suçlamıştı. Meclisin, ordunun, dinin, eğitimin buram buram heteroseksizm koktuğu bir ortamda eşcinselliği Poyrazoğlu'nu eleştirmek için bir silah olarak kullanan Levent Kırca'nın kafasından aşağı domateslerimizi boşaltıyor, skeçlerinde eski eşinin dediği gibi "çekilebilirsin rıfkı" diyoruz.
* basından; Engin Ardıç:
yazdıklarını okuyunca içimden kendisine "hoşt" demek geldi.. aha buraya da yazıyorum işte, ben kızışma dönemimde çiftleştiğim kişiye "eş" diyorsam o kendini bilmez de..... neyse... cahil diyor ve geçiyoruz.
08 Ağustos 2007 tarihinde Akşam gazetesinde "Karının Dönüşü" başlıklı yazısında dile getirmiş olduğu "Elli beş yıldır Türkçe konuşuyorum, ana dilimde "eş" diye hayvanlara denir. Kuşun, aslanın, kaplanın eşi olur, insanın değil." ifadesi ile sevgili Engin Ardıç domates bahçemizin kapılarını aralamıştır. Kalemin ve düşüncenin birleştiği anda akla gelenlerin irdelenmeden kaleme alındığını düşündüğümüz yazısında feministlik, lezbiyenlik, seks işçiliği ve entelektüellik gibi kavramlar arasında kendince bağlantılar kurup çirkin ithamlarda bulunan sayın (evet bu yazı Ankara dışında yazıldı) Ardıç yazısını "Ben şimdi yazımı yazdım gidiyorum, evde karım bekliyor. Kedim de bugünlerde kızıştı, ona da bir eş bulmam gerekiyor. Aha cümle içinde de kullandım, tamam mı entelcikler?" şeklinde noktalamıştır. 55 Yıllık Türkçe konuşma sürecinde kelime ve anlamlarını tekilleştirmeyip, kulaktan dolma bir şekilde değil de Türk Dil Kurumunun Türkçenin daha iyileştirilmesi adına yayınladığı Türkçe sözlükten öğrense idi "eş" kelimesinin "Karı kocadan her biri, hayat arkadaşı, refik, refika" şeklinde anlamının da olduğunu görebileceği gibi anlamsal olarak daha pekişmesi için "Kadın diye eşini bellemiş, dürüst, aile babası bir adamdır." şeklinde cümle içerisinde kullanılmış halini TDK'dan alıntı yapar kendisine kedisi, karısı ve kırmızı kırmızı domatesleri ile mutlu mesut bir hayat temenni ederiz.
* kurumlardan; RTÜK:
huysuz'a kalkan eller kırılsın ulaaaaaaaaaaaaaaaaaannnnn!!! başlatmayın türk aile yapınıza! ne ara çıktı bu yapılaşma anlamıyorum ki, on yıl önce yok muydu?
Yılların Huysuz Virjin'i ekranlara RTÜK yüzünden veda etti. "Benimle Dans Eder Misin?" isimli programda sunuculuk yapan Seyfi Dursunoğlu'nun unutulmaz karakteri Huysuz Virjin "Türk aile yapısına uymadığı ve gençlere kötü örnek olduğu için yasaklandı. Peki, Huysuz'un sesini kısan RTÜK homofobi ve transfobinin bayrağını taşıyan Serap Ezgü ve Kadir Çelik'e, ilkelerine aykırı yayın yapmasına karşın niye sesini çıkarmıyor? Cevap soruda gizli aslında? Şimdi Katina'nın elinde makası, bizim de elimize domatesler. Oylara kuvvet...
* magazinden; Bade İşçil:
en çok bu karının yımırtladıklarını okurken güldüm. pes! bu kadar olur! linkteki röportajı baştan sona okumanızı öneririm. tadımlık bi şeyler isteyenlere bazı inciler:
- "Çevrede o kadar çok rahat kız var ki. Erkekler için bu durum elinin kiri, erkek adam yapar durumu... Sonuçta insanlar gerçek aşkı yaşayana kadar bu mübah. Yapmalı demiyorum ama gelene de hayır diyen bir erkeğe gay derler. Ben biraz bu konularda tutucuyum, kendimi evleneceğim erkeğe saklıyorum."
- "Bir insanın evlendikten sonra birlikte olması bana daha mantıklı geliyor. Kimsenin şahsi fikrini yadırgamam, yargılamam ama bir genç kız için liste halinde bir ilişki mazisi olması hiç hoş değil. Bu evleneceğin insanı da huzursuz etmemesi açısından önemli."
- "Nasıl temiz kaldığımı Mahsun’a sormanız lazım."
- "Ben mümkün olduğu kadar kendimi muhafaza ediyorum. Ben bu konularda tutucu ve yobazım. Ayrıca benim bu düşüncem geri kafalılık da değil ki.. Kişinin evleneceğe kişiye saygı duyması, kendini ona saklaması."
- "Mahsun ile dalış yapmaya da arkadaş grubuyla birlikte gidiyorduk. Ayrıca bu konu beni sıktı. Bir gazetede bakireyim açıklaması, ya da bir liste açıklamaları bana tuhaf geliyor. Ben biraz feministim galiba. Bunları konuşurken bile domates gibi kızarıyorum."
kendisine balık filan yemesini öneriyorum, zihni açarmış. biraz da kitap okursa bir insanın aynı anda hem feminist hem yobaz, her tutucu hem de "gerikafalı olmayan" olamayacağını anlar herhalde.. yani umarım.. inşaallah.. ayrıca sonsuza kadar temiz kalmasını temenni ediyorum.
Ahlak kavramı üzerine kitaplar yazılabilir ama ahlaksız kavramı üzerine hepimizin kurabileceği muğlak bir iki cümle vardır mutlaka. Cinselliği, birbirini seven iki insanın seksüel paylaşımını, liseli genç bir kızın Hülya Koçyiğitsel tavrıyla ve ortalama insan zekâsıyla harmanlayıp 'yanlış bir şey yapmak ya da yanlış bir şey yapmamak' ifadeleri tanımlayan bu genç kızımıza, vakitsiz patlayan cümleleri, bir domates kazandırır mı bilinmez ama Savaş Ay'ın ardından enteresan bir 'Ahlak Bekçisi' unvanını çok görmeyeceğimizi aşikâr.
* siyasetten; Hüsrev Kutlu:
seni o "bir yanlarından" asmak lazım, insanlığı "bir yanlarına" endeksleyen ve "bir yanlarından" anlayan insan. "bir yanlar" adamı seni!
Savaşın bizleri derin bir mutsuzluğa sürüklediği 2007 yılının en cesur ve güzel çıkışlarından biri Bülent Ersoy'dan geldi: "Oğlum olsa askere göndermezdim!" Takip eden günlerde ülkenin savaş tacirleri, kana susamışlıklarını ve transfobilerini harmanlayıp Bülent Ersoy'un üzerine, üzerimize kustu. Bu dönemde özellikle bir isim, AKP Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu, DTP Eski Genel Başkanı Ahmet Türk'ün "Bülent Ersoy kadar cesur olamadılar" sözleri üzerine söylediği "Doğruyu söylemiş. Bülent Ersoy kadar cesur olsaydık, biz de bir yanlarımızı kestirirdik" sözleriyle transseksüel bireylere bakışındaki cehaleti, nefretle yüzümüze çarpıyordu. Değerli bir varoluş biçimini, nefret dolu ağzıyla küfre çevirmeye çalışan bu vekil bey sizce de kariyerinin kalan kısmını sadece birkaç domatese vekâlet ederek geçirmeyi hak etmiyor mu?
* televizyondan; Levent Kırca:
seninkiler ski kokarken biz bi şey dedik mi kıskanç adam?.. propagandayla eşcinsel olanı mı gördün? sen de mi cahilsin anlamadım ki..
Yıllarca ağzından düşürmediği "ski"lerle sözüm ona siyasi eleştiri yapan Kırca, Ali Poyrazoğlu ile arasında çıkan "pornocular savaşı" sırasında Poyrazoğlu'nun oyunlarını eşcinsellik kokmakla ve eşcinsellik propogandası yapmakla suçlamıştı. Meclisin, ordunun, dinin, eğitimin buram buram heteroseksizm koktuğu bir ortamda eşcinselliği Poyrazoğlu'nu eleştirmek için bir silah olarak kullanan Levent Kırca'nın kafasından aşağı domateslerimizi boşaltıyor, skeçlerinde eski eşinin dediği gibi "çekilebilirsin rıfkı" diyoruz.
Sunday, June 8, 2008
Saturday, June 7, 2008
"just because i'm losing, doesn't mean i'm lost"
uzun bir aradan sonra "kaybolmuşluk" temalı bir başka şarkıyla daha karşınızdayım (bir önceki için bakınız):
coldplay'in yeni albümü "viva la vida or death and all his friends" hayatıma güneş gibi doğdu, ne mesudum! çok beğendim, coldplay'i biraz sevenlere bile tavsiye ederim; şurdan şettirebilirsiniz.
(ay bi de sonbahar'da brüksel'e konsere geliyolarmış!)
Friday, June 6, 2008
Monday, June 2, 2008
Yannis Kontos'un Kuzey Kore fotoğrafları:
"Bir zamanlar, çok az yabancının ziyaret edebildiği, askeri ve komünist "Münzevi Krallık" Kuzey Kore'yi görmenin hayalini kurardım. Ama ne yazık ki, Kuzey Kore beni görmek istemedi. Üç yıl boyunca gazeteci vizesi almayı denedim -ve başarısız oldum- bu yüzden de oraya turist ile gittim. Hükümetin belirlediği rehberlerin önderliğinde, devletin onayladığı küçük bir grupla Pyongyang'a uçtum. Ziyaretçilerin profesyonel fotoğraf makinelerini getirmesi yasak olduğu için (fotoğraf çekimi genelde memurları rahatsız ediyor), yanımda iki amatör makine götürdüm.
Çekimleri genellikle -kelimenin tam anlamıyla- kalça hizamdan, makinenin vizörüne bakmadan yaptım. Her gece oda arkadaşım uyurken, fotoğraflarımı MP3 çalara yükledim. Bazen kendimi bir ajan gibi hissettim. Bazen de Kuzey Koreliler'in oyuncu olduğu ve yönetmenin -görünmese de- varlığını sürekli hissettirdiği dev bir film setindeki bir figüran gibi..."
(National Geographic Türkiye, Haziran 2008, s. 18)
daha fazla fotoğraf için buraya, bazı fotoğrafları ve açıklamaları için şuraya tıkıldayın.
ama en önemlisi kişisel web sitesinin başındaki videocuğu izlemeniz. sitede de "news" kısmından "Iraq" bölümüne göz atmanızı öneririm.
Sunday, June 1, 2008
kıyamet alametlerinden
"... Sex and The City filminin ilginç katkılarından biri de bir turizm firması tarafından başlatılan 4 günlük lüks özel turlar. Bedeli 15 bin dolar olan Sex and The City turuna katılanlar dizi kahramanlarının gittikleri barları, yemek yedikleri restoranları, alışveriş yaptıkları özel butikleri, güzellik salonlarını geziyor.
Her 90 saniyeye bir kıyafetin düştüğü filmde 300 farklı tasarım kullanılıyor. Dizinin moda ikonu Sarah Jessica Parker, film boyunca 81 kostüm giyiyor. Filmdeki oyuncuların giydikleri giysiler henüz mağazalarda bile yok. Çekimler boyunca her gün 2 buçuk milyon dolarlık özel tasarlanan mücevherler kullanıldı. ..."
Sinem Dönmez, Cumhuriyet Hafta Sonu (31 Mayıs 2008), sayı: 105, sayfa: 6.
Her 90 saniyeye bir kıyafetin düştüğü filmde 300 farklı tasarım kullanılıyor. Dizinin moda ikonu Sarah Jessica Parker, film boyunca 81 kostüm giyiyor. Filmdeki oyuncuların giydikleri giysiler henüz mağazalarda bile yok. Çekimler boyunca her gün 2 buçuk milyon dolarlık özel tasarlanan mücevherler kullanıldı. ..."
Sinem Dönmez, Cumhuriyet Hafta Sonu (31 Mayıs 2008), sayı: 105, sayfa: 6.
Saturday, May 31, 2008
götürün beni...
tarihe not düşmek istiyorum, ben geçtiğimiz iki günde dokuz film izledim:
perşembe öğleni(!) "ne de çok uyumuşum aaaaaa!" diye çığlık çığlığa kalkıp koydum mar adentro'yu "ah javier ah" diye diye gözyaşı döktüm, içime.. sonra ressam arkadaşım görkem'le buluşup büyük bir hata yaparak the other boleyn girl'ü izledim, "eee? noldu şimdi?" filmle ilgili söylediğim ilk ve son söz oldu (diyeyim de cool olayım). akşam eve gelip ray'in apu üçlemesinin son filmi olan apur sansar'ı izledim, içim şişti. ay bu apu'nun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. adam kime dokunsa ölüyor yaw, yaratık mıdır nedir. neyse dalga geçmiyim, beğendim üçlemeyi. soumitra chatterjee'nin de hastası oldum arada; tesadüfe bakınız ki ilk bu filmde oynamış. oturur izlerim diğerlerini de artık. sonra bi baktyım uykum gelmemiş bi türlü. imaginary friend'im böcük samsa'nın neredeyse geçen senenin bütün filmlerini göndermiş olduğunu hatırlayarak ang lee'den bi se, jie (lust caution) çektim. aman izlemez olaydım! naapmış amcam öyle! "bu adam bu filmleri nasıl çekiyo böyleeeee!" diye ağlaya ağlaya uyudum. ayrıca tony leung chiu wai'ye aşığım, evet.
bu sinema manyaklığı yedi bitirdi beni. sabah kalkınca bir önceki günü tekrar etmek isteği duydum (nedense artık). oturdum los lunes al sol'u izledim (ikinci defa). malum, bardem'i görünce göresi geliyor insanın. sonra da dedim ki chen chang'cığımı görmedim ben uzun zamandır asıl, onu görmem lazım. baktım ki kaplan ve ejderha meğer yokmuş bende, ve yine baktım ki breath varmış. oturdum bi soom yaptım. kim ki duk'la ilişkim az çok hermann hesse'le ilişkime benzediğinden resmen sevdiğimi itiraf etmiyorum. ama izlerim :p sonra da... bi baktım... imkansız aşk hikayeleri modundayım. hemmen bi brokeback mountain izleme isteği geldi, onu da ikinci defa izlemeye direnmedim. ve ang lee'yi imkansız aşkların yönetmeni ilan ettim.. daha erkendi, yıllardır inatla izlemediğim 2046'ya bi bakayım dedim ben de, nasılsa imkansız aşk havamdaydım. tony leung'a tekrar aşık oldum ve "in the mood for love"ı yakın zamanda tekrar izlemeye karar verdim.. uykum gelmeyince what the hell dedim ve "brokeback mountain"ı bir daha izledim. bi yandan ceeeeyyykkkk diye kendimi paralarken bi yandan da "ah be ledger, ölmicektin" diye sayıkladım ama artık çok geçti.. sonra da yattım uyudum.
ve şimdi, "freddieeeeee niye öldüüüüüün" paralanmalarıyla geçen bir sabahtan sonra inatla ders çalışmaya başlamıyorum. okumak bana göre değil mi ne? anladım artık, film izlemek benim için bir kültür-sanat şeysi olmaktan çıkmış çoktan, beynimi uyuşturma arzusuyla ekrana yapışmışım. aksiyonsuz hayatıma aksiyon katıyorum güya. brokeback mountain'daki gibi aşık olup hemen ardından 2046'ya gidiyorum trenle. hindistan'ın bi köyünde ailemin üyelerini kaybediyorum dleirip kendimi yollara atıyorum. sonra da kötü adam'ı baştan çıkarma göreviyle bir ajan oluyorum filan. sonra da hiçbi şey olmuyorum.
babamın sigarayı bırakma yöntemiydi birkaç gün öncesinden üçer paket tüttürüp sigaradan nefret etmek. keşke bana da öyle olsa da bıraksam bu işleri. izlemesem hiçbi şey. olmuyor ama..
"götürün beni buralardan!!!" ya da "emmenez-moi"
Je fuirais laissant là mon passé
Sans aucun remords
Sans bagage et le cœur libéré
En chantant très fort
Emmenez-moi au bout de la terre
Emmenez-moi au pays des merveilles
Il me semble que la misère
Serait moins pénible au soleil
büyüksün be şarl aznavur..
perşembe öğleni(!) "ne de çok uyumuşum aaaaaa!" diye çığlık çığlığa kalkıp koydum mar adentro'yu "ah javier ah" diye diye gözyaşı döktüm, içime.. sonra ressam arkadaşım görkem'le buluşup büyük bir hata yaparak the other boleyn girl'ü izledim, "eee? noldu şimdi?" filmle ilgili söylediğim ilk ve son söz oldu (diyeyim de cool olayım). akşam eve gelip ray'in apu üçlemesinin son filmi olan apur sansar'ı izledim, içim şişti. ay bu apu'nun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. adam kime dokunsa ölüyor yaw, yaratık mıdır nedir. neyse dalga geçmiyim, beğendim üçlemeyi. soumitra chatterjee'nin de hastası oldum arada; tesadüfe bakınız ki ilk bu filmde oynamış. oturur izlerim diğerlerini de artık. sonra bi baktyım uykum gelmemiş bi türlü. imaginary friend'im böcük samsa'nın neredeyse geçen senenin bütün filmlerini göndermiş olduğunu hatırlayarak ang lee'den bi se, jie (lust caution) çektim. aman izlemez olaydım! naapmış amcam öyle! "bu adam bu filmleri nasıl çekiyo böyleeeee!" diye ağlaya ağlaya uyudum. ayrıca tony leung chiu wai'ye aşığım, evet.
bu sinema manyaklığı yedi bitirdi beni. sabah kalkınca bir önceki günü tekrar etmek isteği duydum (nedense artık). oturdum los lunes al sol'u izledim (ikinci defa). malum, bardem'i görünce göresi geliyor insanın. sonra da dedim ki chen chang'cığımı görmedim ben uzun zamandır asıl, onu görmem lazım. baktım ki kaplan ve ejderha meğer yokmuş bende, ve yine baktım ki breath varmış. oturdum bi soom yaptım. kim ki duk'la ilişkim az çok hermann hesse'le ilişkime benzediğinden resmen sevdiğimi itiraf etmiyorum. ama izlerim :p sonra da... bi baktım... imkansız aşk hikayeleri modundayım. hemmen bi brokeback mountain izleme isteği geldi, onu da ikinci defa izlemeye direnmedim. ve ang lee'yi imkansız aşkların yönetmeni ilan ettim.. daha erkendi, yıllardır inatla izlemediğim 2046'ya bi bakayım dedim ben de, nasılsa imkansız aşk havamdaydım. tony leung'a tekrar aşık oldum ve "in the mood for love"ı yakın zamanda tekrar izlemeye karar verdim.. uykum gelmeyince what the hell dedim ve "brokeback mountain"ı bir daha izledim. bi yandan ceeeeyyykkkk diye kendimi paralarken bi yandan da "ah be ledger, ölmicektin" diye sayıkladım ama artık çok geçti.. sonra da yattım uyudum.
ve şimdi, "freddieeeeee niye öldüüüüüün" paralanmalarıyla geçen bir sabahtan sonra inatla ders çalışmaya başlamıyorum. okumak bana göre değil mi ne? anladım artık, film izlemek benim için bir kültür-sanat şeysi olmaktan çıkmış çoktan, beynimi uyuşturma arzusuyla ekrana yapışmışım. aksiyonsuz hayatıma aksiyon katıyorum güya. brokeback mountain'daki gibi aşık olup hemen ardından 2046'ya gidiyorum trenle. hindistan'ın bi köyünde ailemin üyelerini kaybediyorum dleirip kendimi yollara atıyorum. sonra da kötü adam'ı baştan çıkarma göreviyle bir ajan oluyorum filan. sonra da hiçbi şey olmuyorum.
babamın sigarayı bırakma yöntemiydi birkaç gün öncesinden üçer paket tüttürüp sigaradan nefret etmek. keşke bana da öyle olsa da bıraksam bu işleri. izlemesem hiçbi şey. olmuyor ama..
"götürün beni buralardan!!!" ya da "emmenez-moi"
Je fuirais laissant là mon passé
Sans aucun remords
Sans bagage et le cœur libéré
En chantant très fort
Emmenez-moi au bout de la terre
Emmenez-moi au pays des merveilles
Il me semble que la misère
Serait moins pénible au soleil
büyüksün be şarl aznavur..
Labels:
alıntı/quote,
audio,
insanlık hali,
sinema/cinema,
trippin'?
Tuesday, May 20, 2008
"Yal-nız-ca -- ka-çık-lar -- için!"
"Ne yazık, yaşadığımız bu hayatın içinde, halinden öylesine memnun, öylesine küçük burjuva havası esen, öylesine ruhsuz bu zamanın ortasında, bu mimari yapıtlarının, bu mağazaların, bu politikanın, bu insanların manzarası karşısında altından yolu ele geçirmek öylesine zor ki! Amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bu dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir münzevi olmayıp ne yapacaktım! Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklık tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapıtlarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan."
(Hermann Hesse, Bozkırkurdu, s. 29-30)
işte hermann hesse'in en sevdiğim ve en sevmediğim yanı bu. böyle beylik laflar edip durması. bozkırkurdu olmak mümkünmüş gibi, (haydi mümkün diyelim) kolaymış gibi, (haydi kolay diyelim) çözümmüş gibi. önsözde çılgın gibi niçeden bahseden benim sanki! niçe dememiş mi "umut eziyetin süresini artırır" diye? (ya da öyle bi şey.. her neyse) çok merak ediyorum, acaba hesse ne kadar bozkırkurdu, ne kadar siddhartha, ne kadar narziss olabilmiş? nasıl aydınlanmış? kitaplarında bahsettiği olay aydınlanmaysa ben de aydınlanmışım kardeşim. aynı şeyleri ben de söylüyorum. eee? sonra? napcaz bu bilgiyle?
ama işte, maalesef, yine de seviyorum bu adamı kardeşim! naifse de seviyorum işte! öyle bir anlatıyor ki acısıyla tatlısıyla "vay be" diyo insan.. ama işte... ama ama ama ama ama!
aslında kendimi sans toit ni loi'daki avare mona'yı görüp evde sofra başında anasına babasına "ben de onun gibi özgür olmak istiyorum" diyen kıza benzetiyorum.. kimse de onu iplemiyo işte! (nasıl güldüm o sahnede. histerik histerik şöyle. oooooh!)
ya bu özeleştiri denen manyaklığı kim öğretti bana? kim yaptıysa kendisine ibo'dan "allah cezanı verecek"i armağan ediyorum.
kendime de "berrrrtaraf ett herrrr şeyini!"yi.. :) hadi eyvallah.
(Hermann Hesse, Bozkırkurdu, s. 29-30)
işte hermann hesse'in en sevdiğim ve en sevmediğim yanı bu. böyle beylik laflar edip durması. bozkırkurdu olmak mümkünmüş gibi, (haydi mümkün diyelim) kolaymış gibi, (haydi kolay diyelim) çözümmüş gibi. önsözde çılgın gibi niçeden bahseden benim sanki! niçe dememiş mi "umut eziyetin süresini artırır" diye? (ya da öyle bi şey.. her neyse) çok merak ediyorum, acaba hesse ne kadar bozkırkurdu, ne kadar siddhartha, ne kadar narziss olabilmiş? nasıl aydınlanmış? kitaplarında bahsettiği olay aydınlanmaysa ben de aydınlanmışım kardeşim. aynı şeyleri ben de söylüyorum. eee? sonra? napcaz bu bilgiyle?
ama işte, maalesef, yine de seviyorum bu adamı kardeşim! naifse de seviyorum işte! öyle bir anlatıyor ki acısıyla tatlısıyla "vay be" diyo insan.. ama işte... ama ama ama ama ama!
aslında kendimi sans toit ni loi'daki avare mona'yı görüp evde sofra başında anasına babasına "ben de onun gibi özgür olmak istiyorum" diyen kıza benzetiyorum.. kimse de onu iplemiyo işte! (nasıl güldüm o sahnede. histerik histerik şöyle. oooooh!)
ya bu özeleştiri denen manyaklığı kim öğretti bana? kim yaptıysa kendisine ibo'dan "allah cezanı verecek"i armağan ediyorum.
kendime de "berrrrtaraf ett herrrr şeyini!"yi.. :) hadi eyvallah.
sevgili gaykedi;
(dün) sabah isteyip de "haftanın şarkısı köşen"de bir hint şarkısı yayınlayamamış olman pek dokundu.. bugün amor de musica'dan tesadüfen indirdiğim ve tam anlamıyla "hastası" olduğum bu şarkının seni bayık new age şeylerinden az da olsa uzaklaştırmasını dilerim. lüpletiver, dinle. beğenirsen haberim olsun, beğenmezsen sonsuza kadar ağzını açma :)
Monday, May 19, 2008
bozkırkurdu ve fusion yatra
"geceyarı çocukları" adlı başyapıyı bitirdiğimden beri boşluktayım sanki. çoktan beri unuttuğum bir his, romanlarda yaşamak. unuttuğum ve özlediğim. finallerin başlamasına bir hafta kala, inadına daha da giriyorum bu dünyaya. üç dört günlük aranın kafi olduğuna karar verip "bozkırkurdu"na başladım dün gece uyumadan önce. rushdie'nin muğlaklığından beynim yeterince sulandı sanırım :p katılsam da katılmasam da hermann hesse'in nispeten daha kesin yargılara varmasını özlemişim. "siddhartha" ve "narziss ve goldmund"la başlayan hesse serüvenim devam etsin bakalım şaheseri sayılan romanıyla. en baştaki yayıncının önsözü bölümünde öyle bir giriş yazmış ki zaten amcam, "aman allahım nolucak bu adama böyle" demeden edemedim.
"... Ama gözümde biraz daha fazla değer taşıyor bu notlar, onları çağın bir belgesi sayıyorum, çünkü Bay Haller'in ruh hastalığı -bugün biliyorum artık- tek bir kişide rastlanan bir garabet değil, doğrudan çağın hastalığıdır, Bay Haller'in içinde yer aldığı kuşağın bir saplantısıdır; öyle bir saplantı ki, görüldüğü kadarıyla güçsüz ve yetersiz kişilerde değil, daha çok güçlü, alabildiğine aydın ve yetenekli kişilerde rastlanıyor.
Bu notlar -temelinde ne kadar az ya da çok gerçek yaşantı yer alırsa alsın fark etmez- çağın büyük hastalığını, onunla karşılaşmamaya ya da kötü yanlarını maskelemeye çalışarak yenmeye değil, hastalığın kendisini tanımlamaya yönelik bir girişim oluşturuyor. Kelimenin tam anlamıyla bir cehennem yolculuğu, karanlıklara gömülmüş bir ruh dünyasının karmaşası içinde yapılan bir yolculuk, cehennemden bir geçiş, karmaşanın karşısına dikilerek, kötüyü sonuna kadar yaşama istemiyle yürüyerek cehennemi boydan boya bir arşınlayış anlamı taşıyor."
(Hermann Hesse, Bozkırkurdu, s. 22)
bu arada http://amordemusica.blogspot.com/ adlı ultra-hiper-süper site sağolsun çılgın albümler indiriyorum. bi tanesi pek hoşuma gitti: louiz banks (hindistan'ın epey önemli bir müzisyeniymiş) ve pt. ronu majumdar'ın beraber hazırladıkları bir albüm. artık caz mı dersiniz geleneksel hint müziği mi dersiniz.. arada bi şey. (türlerden hiç anlamam zaten.) öneririm albümü, rapidleyiverin. bozkırkurdu'nu okurken de çok güzel gidiyo :) (sondaki "unity" adlı parçanın da kuch kuch hota hai'deki kampta sabah ayini sahnesinde söylenen şarkı olması da hoş bi sürpriz oldu. ama filmden pek hazzetmem o başka..)
"... Ama gözümde biraz daha fazla değer taşıyor bu notlar, onları çağın bir belgesi sayıyorum, çünkü Bay Haller'in ruh hastalığı -bugün biliyorum artık- tek bir kişide rastlanan bir garabet değil, doğrudan çağın hastalığıdır, Bay Haller'in içinde yer aldığı kuşağın bir saplantısıdır; öyle bir saplantı ki, görüldüğü kadarıyla güçsüz ve yetersiz kişilerde değil, daha çok güçlü, alabildiğine aydın ve yetenekli kişilerde rastlanıyor.
Bu notlar -temelinde ne kadar az ya da çok gerçek yaşantı yer alırsa alsın fark etmez- çağın büyük hastalığını, onunla karşılaşmamaya ya da kötü yanlarını maskelemeye çalışarak yenmeye değil, hastalığın kendisini tanımlamaya yönelik bir girişim oluşturuyor. Kelimenin tam anlamıyla bir cehennem yolculuğu, karanlıklara gömülmüş bir ruh dünyasının karmaşası içinde yapılan bir yolculuk, cehennemden bir geçiş, karmaşanın karşısına dikilerek, kötüyü sonuna kadar yaşama istemiyle yürüyerek cehennemi boydan boya bir arşınlayış anlamı taşıyor."
(Hermann Hesse, Bozkırkurdu, s. 22)
bu arada http://amordemusica.blogspot.com/ adlı ultra-hiper-süper site sağolsun çılgın albümler indiriyorum. bi tanesi pek hoşuma gitti: louiz banks (hindistan'ın epey önemli bir müzisyeniymiş) ve pt. ronu majumdar'ın beraber hazırladıkları bir albüm. artık caz mı dersiniz geleneksel hint müziği mi dersiniz.. arada bi şey. (türlerden hiç anlamam zaten.) öneririm albümü, rapidleyiverin. bozkırkurdu'nu okurken de çok güzel gidiyo :) (sondaki "unity" adlı parçanın da kuch kuch hota hai'deki kampta sabah ayini sahnesinde söylenen şarkı olması da hoş bi sürpriz oldu. ama filmden pek hazzetmem o başka..)
Saturday, May 17, 2008
3 süper film birden
(izleme sırasına göre sıraladım.) her birini elişer kere öneririm.
not: evet, üçüncü film "sans toit ni loi", egemavisi :) bu siteleri de analmıyorum canım. kendi kendine referans veriyo diye bilgisayara kaydedip değil direkt siteden yüklüyorum fotoğrafları, buna rağmen yaranamıyorum. iyilik de yaramıyo hıyarlara. bundan sonra atacam bilgisayara ordan upload etcem nerden bulduğumu da söylemicem! hıh!
yoğun istek üzerine bi başka not: "be kind rewind"a beni götüren ve alkazar sinemasında çılgın dakikalar yaşatan kişi lollius'tur. kendisine hastayım! (hastayım uleeeeyyynnn!!!)
Thursday, May 8, 2008
Wednesday, May 7, 2008
müstakbel üniversitem KUL :)
daha önce karmakarışık bir yazıda belirttiğim gibi eylül'de belçika'ya gidiyorum. memleketin en iyi üniversitelerinden biri olan kuleuven'da "sosyal ve kültürel antropoloji" masteri yapıciim. blogun solundaki link listesindeki görünür artış ve antropolojiyle ilgili sitelerin ve blogların eklenmesi de şahidim, konuyla ilgili araştırmalarıma başlamış bulunmaktayım. gururluyum, huzurluyum. eş dost bilsin öğrensin diye okulumu "satmak" üzere yazıyorum efenim: önce okulumu biraz pohpohliciim, sonra da meşhur böceğini anlatıciim :)
times higher education'ın sıralamasına göre dünyada 61. çinlilerin hazırladığı ve son yıllarda epey revaçta olan academic ranking'e göre ise dünyada 102-150 arasında bi yerlerde olan okulcuğum 1425'te kurulmuş efenim. (sıralamalar da pek bi şeyin göstergesi değil hani, mezunlar derneğinin faal olup olmaması bile etkiliyor bu araştırmaları.) tabii ki babamın deymiyle bir "papaz mektebi"ymiş. (hoş, babama kalsa bu okul hala bir kasabanın papaz mektebi.. üniversitelerin tarihine başka bi yazımda değineyim.) okulu papa kurmuş, kutsanmış yani. benelüks bölgesinin en eski üniversitesi olarak geçer. leuven şehrinden bahsetmek çok gereksiz herhalde, minicik bi yer işte, kadıköy bile olamaz yani. ama yeşil ve şirin, bakınız.
yukardaki fotoğrafta okulun kütüphanesini ve meydandaki böceği görüyorsunuz. kabul mektubuyla birlikte gelen kataloğun her sayfasında yer alan bu leuven böceği anamın babamın içine dert oldu, günlerdir soruyolar nedir bu diye. böceciği google'layınca öncelikle kendisinin hakkaten böcek olduğunu öğrenip rahatladım. peanut kişisinin blogunda kısa bir açıklama buldum: böcek, şehre, üniversitenin kuruluşunun 575. yılı anısına hediye edilmiş (yani 2000 yılında gelmiş oraya). antwerp'li sanatçı jan fabre tarafından yapılan "iğneye saplanmış böcük"; bazılarına göre bilim ve sanatın biraraya gelişini, bazılarına göre "bilgi"yi, bazılarına göre -böcüğün 400 milyon yıllık bi tür olmasından dolayı- "doğanın hafızası"nı temsil ediyormuş. (bi de fabre küçükken böcük koleysiyonu yaparmış. bi sayko belçikalı daha :)
carrie jenkins'in blogunda yazanlara bakılırsa kütüphanenin hikayesi ise pek bi hüzünlü: birinci ve ikinci dünya savaşları sırasında iki kez yakılan kütüphanedeki 1425'ten beri toplanan bütün elyazmaları ve eserler tarih olmuş. (kafamı duvalara vurmak istiyorum sayın seyirciler!) 1968'de flamanca konuşanlarla fransızca konuşanlar leuven katolik üniversitesi'ni parçaladıktan sonra da kütüphaneyi bölmüşler bi de: yarısı flaman kısmı olan KUL'a, diğer yarısı da valon UCL'ye geçmiş. (kısa keselim, kütüphaneye gelen vurmuş giden vurmuş!)
bölünmeden önceki ve sonraki beynelmilel alumni listeleri aynı oranda ilginç bence. hücreci christian de duve ve "basic income"cı philippe van parijs'i valonlara kaptırmışız ama pakistan'ı nükleer güç yapan abdül kadir han'ı flaman kısmı yetiştirmiş. habsburg hanedanının başındaki otto von habsburg kişisi de ayrı bi renk katmış listeye :) (gerçek adı inanılmaz: Archduke Franz Joseph Otto Robert Maria Anton Karl Max Heinrich Sixtus Xaver Felix Renatus Ludwig Gaetan Pius Ignatius of Austria, later of Austria-Este)
ayrıca, erasmus bile uğramış üniversiteme! heyt beee! :)
not: yazdıktan 10 dk sonra "totem" denen böcükle ilgili bakınız şunu buldum.
Tuesday, May 6, 2008
"bi gün bi dizide rol kaptım hayatım değişti" ?
bugünün anısına en lüzumsuz blog girişini yapayım dedim:
hatırla sevgili'de deniz gezmiş rolündeki barış koçak kişisi bakınız nassı solcu olmuş: "Üniversite yıllarında sağcıların arasındaydım. Dizi sayesinde, kişiliğim ve hayat felsefem de Deniz Gezmiş'e benzemeye başladı.."
hasbinallaaaaaah!... e kardeşim madem kendisini canlandırırken öğrendiklerinden bu kadar etkilendin, sen ne biçim sağcıydın? solu okumadan mı sağcı oldun? belli ki öyle yapmışsın.. üniversitelerde senin gibilerden çok var zaten.
kendisine içimden "PES!", dışımdan da "popülizmin böylesi" diyor hayatta başarılar diliyorum.
hatırla sevgili'de deniz gezmiş rolündeki barış koçak kişisi bakınız nassı solcu olmuş: "Üniversite yıllarında sağcıların arasındaydım. Dizi sayesinde, kişiliğim ve hayat felsefem de Deniz Gezmiş'e benzemeye başladı.."
hasbinallaaaaaah!... e kardeşim madem kendisini canlandırırken öğrendiklerinden bu kadar etkilendin, sen ne biçim sağcıydın? solu okumadan mı sağcı oldun? belli ki öyle yapmışsın.. üniversitelerde senin gibilerden çok var zaten.
kendisine içimden "PES!", dışımdan da "popülizmin böylesi" diyor hayatta başarılar diliyorum.
Monday, May 5, 2008
Sunday, May 4, 2008
Thursday, May 1, 2008
Bastır! Indiaaa :)
bugün itibarıyla kişisel bollywood sezonumu açmış bulunmaktayım. artık elimden bir uçan bi kaçan kurtulur. emule'ye fazla mesai yaptırmaya başladım bile. bu sabah gelen bi filmle başlıyım dedim: chak de! india.
gayet iyiydi. bildiğiniz gaz spor filmlerindendi ama bollywood için hiper-kalite. aklınıza gelebilecek her türlü bollywood saçmalığı var ya hani, onlar yoktu, öyle diyim. hindistan'ın dünya hokey şampiyonası'na katılacak kadınlar hokey takımının -shahrukh khan tarafından- neredeyse sıfırdan başlanarak çalıştırılması ve sonunda -spoiler olacak ama- dünya şampiyonu olmasının öyküsü. tabii ki bu sonuç takımdan beklenmiyor ama holivud yapınca oluyo da bolivud yapınca olmaz mı? give them a break, yane. (mütamadiyen savunma psikolojisi)
vasat bolly filmlerinden beklenemeyen bi şekilde konuya odaklı gittik. muhtelif ruh hallerinin ve davranışların altında yatan sebepler de gayet iyi açıklanmıştı. konumuz her ne kadar bu hatun kişilerin "çalıştırılması" olsa da üzerinde durulan meselelerin kadın-erkek eşitliği mücadelesi, takım ruhunun geliştirlmesi ve dolayısıyla hindistan'ın "milli" bütünlüğünün sağlanması olması hoştu. (milli bütünlük olayı epey gözümüze sokuluyor aslında: her eyaletten gelen hatunlar geçmişte birbirlerine karşı oynamışlar; kendi eyaletinden ya da sosyal sınıfından olanlarla birbiriyle takılıyolar. bazıları birbirleriyle anlaşamıyor bile, ortak dil yok!) her zamanki jest, mimik ve triplerini sergileyen şahruk da b igüzel hizaya getiriyo bu tipleri. son ana kadar "lan yenilcekler mi acaba?!" diye izletiyor kendini insana bu film. (ama tabii siz bu hissi yaşamicaksınız çünkü sonunu söyledim. ahı ahı ahı! :p ) tabii hatunların birbirlerine kıl olmalarından daha da önemlisi, ülkedeki müslüman-hindu çekişmesinin sebep olduğu kabir khan'ın hayatının karartılması mevzusu da önemli. adam hindistan diye kendini paralasın, millet kalkıp bizi pakistan'a sattın desin. (şu filmlerdeki hindistan milliyetçiliği propagandası da beni öldürüyo. hani ihtiyaç var mı yok mu tartışılır..)
ha bu arada, kimse dans edip şarkı söylemedi. hani bu sebepten bollywood filmlerinden tiksinenler müsterih olsunlar :) ama tabii ki filmde müzik var. sukhwinder singh'ciğim bomba "çak dee o çak dee indiyaaa" şarkısını söylemiş, hastası oldum. siz de dinleyin diye alta youtube'dan video koyayım dedim. bi baktım filmden sonra bu şarkıya klip çekmişler ve şahruk'a blayback yaptırmışlar. "hay ben sizi napıyım!" dedirtti tabii.. son anda böyle bi saçmalık beklemiyodum.. (e ama haksız mıyım? herif zaten filmin başrolünde! bırakın da klipte de sukhwinder'i görelim. adamın neye benzediğini öğrenmek için iki saat foto aratmak zorunda kalmıyım.) ama olsun, şarkı güzel işte, klibe katlanılabilir:
Labels:
bollywood,
hindistan/india,
müzik/music,
sinema/cinema,
video
interesting observations on India no.2
In Europe new civilizations and conquering peoples eliminated or absorbed eralier inhabitants, but the successive waves of peoples who invaded India simply found places within the indigenous structure. India, unlike any other country, accepts a variety of cultural forms and considers them immutable. It is a civilization where 1,650 languages and dialects are claimed as mother tongues and where there is no national dress, cuisine, painting, dance, music, or life-styles. (p. 16-17)
* * * * * * * * * * * * *
No other city has a slum as large as Bombay's Dharavi, where more than half a million people are crammed into tin shacks on four hundred swampy acres. The residents include educated, salaried office workers who cannot find affordable housing elsewhere and are so embarrassed by their surroundings they try not to let friends know they live in Dharavi. (p.21)
* * * * * * * * * * * * *
At times the smell of urine is overpowering. Some owners try to protect the sides of their buildings by decorating them with religious pictures. For instance, a wall in the Bombay Central area had images of the gods Ganesh and Hanuman, the virgin Mary, Sai Baba (the founder of one of the most popular Hindu sects), the untouchable leader Bhimrao Ramji Ambedkar, a Christian cross, a trident and drum (symbols of the god Siva), the number 786 (considered auspicious by Muslims), and the mystical Hindu symbol Om. (p.21)
* * * * * * * * * * * * *
While their vehicles belch noxious exhaust into the already polluted air, the drivers vent their anger by blasting their horns. This, when combined with the high-pitched film songs blaring from store loud-speakers, produces a noise level that has been tested at between fifty-seven and ninety-five decibels, far higher than the fifty-five-decibel limit suggested by the World Health Organization. (p.22)
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990)
* * * * * * * * * * * * *
No other city has a slum as large as Bombay's Dharavi, where more than half a million people are crammed into tin shacks on four hundred swampy acres. The residents include educated, salaried office workers who cannot find affordable housing elsewhere and are so embarrassed by their surroundings they try not to let friends know they live in Dharavi. (p.21)
* * * * * * * * * * * * *
At times the smell of urine is overpowering. Some owners try to protect the sides of their buildings by decorating them with religious pictures. For instance, a wall in the Bombay Central area had images of the gods Ganesh and Hanuman, the virgin Mary, Sai Baba (the founder of one of the most popular Hindu sects), the untouchable leader Bhimrao Ramji Ambedkar, a Christian cross, a trident and drum (symbols of the god Siva), the number 786 (considered auspicious by Muslims), and the mystical Hindu symbol Om. (p.21)
* * * * * * * * * * * * *
While their vehicles belch noxious exhaust into the already polluted air, the drivers vent their anger by blasting their horns. This, when combined with the high-pitched film songs blaring from store loud-speakers, produces a noise level that has been tested at between fifty-seven and ninety-five decibels, far higher than the fifty-five-decibel limit suggested by the World Health Organization. (p.22)
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990)
Tuesday, April 29, 2008
Sunday, April 27, 2008
fanaa ve bollywood
hazır hindistan ataklarımda biri gelmişken sizlere bollywood maceramdan(!) ve en sevdiğim bollywood filminden bahsedeyim: fanaa :) tam bir buçuk sene önce hayali arkadaşım(!) böcük samsa'yla aramızda şöyle bi konuşma geçti:
ben: ya ben hiç bolivud filmi izlemedim. nedir ne diildir bunlar? söylesene bir iki tane indiriyim.
o: valla son zamanlarda şunlar çıktı: fanaa ve black
ben: peki mersi.
ve bu iki filme emule'de tıklarım. önce fanaa gelir. açarım, izlemeye başlarım...
hayatımda bi filmi izlerken bu kadar "oha!" dediğim az olmuştur herhalde. derler ya yeşilçam filmleri gibi, değil. yeşilçam x3 kardeşim! yeşilçam'daki entrikalar halt etmiş. fanaa'da resmen iki filmi birleştirip bir yapmışlar. ve o kadar manyak ki.. tarifi imkansız. güler misin ağlar mısın? sinema diil başka bi şey! filmi hemen ertesi gün annemlere izlettim, bolca sövdüler bana "bu ne böyleee!" diye.. olsun.. bollywood çılgınlığım başlamış oldu.
kişisel görüşüm bollywood sinemasının miladının 2000 yılı olması. hakikaten 2000'den önce ve 2000'den sonra çekilen filmler arasında dağlar kadar fark var. tabii burada bollywood'u biraz daha sınırlandırıp en büyük bütçeli ve en idialı filmlere bakmak lazım, hani şu "en" oyuncuların yer aldığı. (bir büyük aile bunlar! hakakten bakın! hepsi birbirinin kuzeni, amcasının oğlu, babasının arkadaşının oğlu filan; en kötü ihtimalle) dolayısıyla 2000'den önce çekilen filmleri pek beğenmedim. awaara'dan ve mungal-e-azam'dan filan tiksindim, o yüzden başka "klasik" izlemekten itinayla kaçındım.
bi süre kendi içimde bi shahrukh mu aamir mi şçekişmesi yaşadıktan sonra, "ikisi de!" diyebildim, huzurluyum. devamlı şaklabanlık yapan sharhrukh'la ağır abi aamir'in yerleri ayrı. kalbimdeler. bu aralar bayağı uzak kaldım bu filmlerden maalesef.. geçen sene öyle bir sömürdüm ki (günde 3 film izleyerek, yani tanesi üçer saatten günde 9 saat), izleyecek film kalmadı bana. yenilerinin çekilmesini bekliyorum. izledikçe de seçici oluyor ya insan.. yönetmeniyle oyuncusuyla seçiyorum artık filmleri. ama bir bollywood filmi hiçbir zaman normal bi film eğildir, öyle muamele edilmemesi gerekir. beklentileriniz "iyi" bir film filan izlemekse bulaşmayın, kusarsınız. "iyi" bir bollywood filminden beklemeniz gerekenler şunlardır: naiflik, güzel şarkılar ve danslar, güzel/yakışıklı oyuncular, saçmasapan bir senaryo :) küçükken yeşilçam hastası olan birine kesinlikle önerebilirim.
en ilginci de, şimdiye kadar fanaa'yı kime izlettiysem hayran olmasıdır (hepsi kadın tabii ki). hatta birçoğu ilk başta "ya bak emin misin? ben hiç gelemem öyle salaklıklara" demiş, sonradan ben bi kenarda horlarken gözleri faltaşı gibi açılmış ekrana kilitlenmişlerdir. mesela sevgili lollius bunlardan biridir :) (rezil mi ettim? :p)
şimdilik bu kadar yazmış olayım. arkası gelir elbet. aşağıda fanaa'nın en güzel parçası, muhteşem sonbahar görüntüleriyle karşınızda. beni özleyin anacıım, baaay!
Labels:
anılar/memories,
bollywood,
hindistan/india,
müzik/music,
sinema/cinema,
video
feto'nun dış ve iç dünyası
Bir hesabı olmalı milletimizin her ferdinin. Ülkesini ve milletini seven her şahıs "Ben şu kadar yatırım yaparsam, ortaya şu kadar enerji koyarsam, içinde bulunduğum çağda cereyan eden hadiselerin rüzgarını şu kadar arkama alırsam, hızımı şu kadar artırırsam, bu yolu şu kadar bir zamanda katedebilirim.." demeli ve bulunduğu konumda milli kalkınmanın bir yanını teşkil etmeli..
(Fethullah Gülen, Kırık Testi, 2002, s.322)
Benim, şimdiye kadar bütün duam, bütün ızdırabım, insanların Allah'ı bulması, O'na inanması yolunda oldu. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: "Allah'ım, ne olur, bahtına düştüm!" diye sızlanıyor ve "Ne olur Allah'ım, insanlar Seni tanısın, Sana inansın!" diyorum. O kadar ki, bunun için her gün birkaç efa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlayamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hasıl ettiği zevk-i ruhaniyi tatmamış olanlar, Cennet'in lezzetini, Cehennem'in işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler, insanlığın ızdırabını bir defa olsun vicdanında duymamış olanlar kalkıyor, sizin ızdırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar... devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş... maksatları bunlar olup, bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman adına, Kur'an adına çekilen ızdırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlar.
(Fethullah Gülen, Kırık Testi, 2002, s.402)
burnuna pis kokular gelen var mı? sahtekarımtrak sanki.. hımm..?
(Fethullah Gülen, Kırık Testi, 2002, s.322)
Benim, şimdiye kadar bütün duam, bütün ızdırabım, insanların Allah'ı bulması, O'na inanması yolunda oldu. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: "Allah'ım, ne olur, bahtına düştüm!" diye sızlanıyor ve "Ne olur Allah'ım, insanlar Seni tanısın, Sana inansın!" diyorum. O kadar ki, bunun için her gün birkaç efa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlayamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hasıl ettiği zevk-i ruhaniyi tatmamış olanlar, Cennet'in lezzetini, Cehennem'in işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler, insanlığın ızdırabını bir defa olsun vicdanında duymamış olanlar kalkıyor, sizin ızdırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar... devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş... maksatları bunlar olup, bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman adına, Kur'an adına çekilen ızdırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlar.
(Fethullah Gülen, Kırık Testi, 2002, s.402)
burnuna pis kokular gelen var mı? sahtekarımtrak sanki.. hımm..?
dininin hastasıyım amca
yine haber vermeye geldim. bir sübyancı tecavüzcüden bir de bilmemkaç karılıdan. ortak noktaları hiper-"dindar" olmaları. o kadar dindarlar ki, peygamberi taklit edebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar:
1- "... Bursa'da 9 Ocak 2003 tarihinde Nilüfer Evlendirme Dairesi'nde, kendisinden 50 yaş küçük hafız Ayşe Yılmaz'la nikah masasına oturan ve uzun süredir aşırı dinci Vakit Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapan Hüseyin Üzmez Mudanya'da gözaltına alındı. İnegöl İlçesi'nde oturan 14 yaşındaki B.Ç.'ye tecavüz ettiği iddia edilen Hüseyin Üzmez'le birlikte küçük kızın annesi ve babasının da Mudanya Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. ...
... Hüseyin Üzmez'in birlikte olduğu 14 yaşındaki B.Ç. ve babasının şikayeti üzerine gözaltına alındığı ortaya çıktı. B.Ç.'nin annesi L. Ç. ise ‘Kızını fuhuşa zorlamak’ suçundan tutuklandı. ...
... Adının açıklanmasını istemeyen Ç. ailesinin bir komşusu, mobilyacılık yapan baba B.Ç.'nin geçen Salı günü kızı B.Ç.'yi dövdüğünü ve ailenin küçük kıza Hüseyin Üzmez'le birlikte olması için baskı yaptığını ileri sürdü. ..."
bu adam şimdi 78 yaşındaymış. ne diyelim? maşaallah valla.. ne diyebiliriz ki?
vakit ne demiş? "çirkin komplo", "çirkin komplo", "çirkin komplo"...... eminim öyledir.
"Hüseyin Üzmez'in 5 yıl önce Bursa'da nikah kıydığı kendinden 50 yaş küçük Ayşe Yılmaz'ın ailesi bu evliliğe karşı çıkmış ve nikaha gitmemişti.
Bursa'nın Arabayatağı Mahallesi'nde kuruyemişçilik yapan kayınpeder Mustafa Yılmaz sonradan bu evliliği onayladıklarını, “Peygamber Efendimiz de Ayşe anamız 9 yaşındayken evlenmişti. Kızımın evlenmesine ilk zamanlar karşıydım ama sonradan normal karşıladım” demişti."
.... saygılar.
4 saat sonra gelen güncelleme:
olayın içinde kızın anası da varmış. burda.
hüseyin beyin biyografisi şurda. (az daha katil oluyomuş)
suikastın gerekçeleri ise burda. aferin.
2- "... Eğer bir ihtiyaç sözkonusuysa evlenirsiniz. Ve bütün ihtiyaçlarını üstlenirsiniz. İkinci, üçüncü evliliklerin bir bedeli var. Evinin kirasını öder, çocuklarını okutursunuz. Baba olarak da sizi tanır, hayat bu şekilde devam eder. Ama bunlar sadece kendi ihtiyaçlarını karşılayıp, paçavra gibi atıyorlar. Bu kadın haklarına yapılacak en büyük saygısızlık ve hakaret. Kadın saygı duyulması gereken bir varlık. Allah’ın yeryüzündeki en büyük sanatı insan. İnsanı kadın dünyaya getiriyor. Bu kadar kutsal kadına toplumda büyük saygısızlık var. ..."
saygı duyuyosun demek.... bilmukabele.
"... Birileri rızasıyla evleniyorsa kimsenin bir şey demeye hakkı var mı? Ama hukuksal olarak haklarını yerine getirmezseniz, buna inancım da şiddetle karşı çıkar, ben de. Bizim inancımızda mecbur olsa bile, düşünülebilecek en son şey boşanma. Evlilik kutsaldır. Peygamberimize de bu hususta bize göre Allah daha fazla hak tanımış. Allah’ın tanıdığı bu hakkı da kimse Peygamber’in elinden alamaz. Eğer bir adam Müslümansa, Peygamber’i tanıması yeterlidir, kimseye bakmasına gerek yok. Benim kitabımda Peygamber var. Hukuksal olarak endişem yok. ..."
al hadi... buna ne diceksin? peygamber harem kurmuşken hele? haklı valla adam.
"... Mustafa Karaduman, "Eğer tekeşlilik mümkün olsaydı umumhaneler, kerhaneler olmazdı. Yasal olan her şey doğru mu?" dedi. ..."
tekeşlilik mümkün mü değil mi bilinmez.. ama anlamıyorum, erkekler için mümkün değilken kadınlar için nasıl mümkün oluyor?
paygamberin tayfası tarafından (bkz. 2)"azledilen" kadınlar bundan sonra ancak "satılabilecekken", erkekler neden buldukları her deliğe girmelidirler? e peki, cenab-ı rabb'il alemin niye erkek /kadın oranını 1 /5 yapmamış?
neyse bunları söylemek bana düşmez. linklere buyrun:
Muhammed'in Cinsel Hayatı 1
Muhammed'in Cinsel Hayatı 2
izin sağlam yerdenmiş. 9 yaşındaki kızlarla rahat rahat evlenip gerdeğe girebilirsiniz.
1- "... Bursa'da 9 Ocak 2003 tarihinde Nilüfer Evlendirme Dairesi'nde, kendisinden 50 yaş küçük hafız Ayşe Yılmaz'la nikah masasına oturan ve uzun süredir aşırı dinci Vakit Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapan Hüseyin Üzmez Mudanya'da gözaltına alındı. İnegöl İlçesi'nde oturan 14 yaşındaki B.Ç.'ye tecavüz ettiği iddia edilen Hüseyin Üzmez'le birlikte küçük kızın annesi ve babasının da Mudanya Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. ...
... Hüseyin Üzmez'in birlikte olduğu 14 yaşındaki B.Ç. ve babasının şikayeti üzerine gözaltına alındığı ortaya çıktı. B.Ç.'nin annesi L. Ç. ise ‘Kızını fuhuşa zorlamak’ suçundan tutuklandı. ...
... Adının açıklanmasını istemeyen Ç. ailesinin bir komşusu, mobilyacılık yapan baba B.Ç.'nin geçen Salı günü kızı B.Ç.'yi dövdüğünü ve ailenin küçük kıza Hüseyin Üzmez'le birlikte olması için baskı yaptığını ileri sürdü. ..."
bu adam şimdi 78 yaşındaymış. ne diyelim? maşaallah valla.. ne diyebiliriz ki?
vakit ne demiş? "çirkin komplo", "çirkin komplo", "çirkin komplo"...... eminim öyledir.
"Hüseyin Üzmez'in 5 yıl önce Bursa'da nikah kıydığı kendinden 50 yaş küçük Ayşe Yılmaz'ın ailesi bu evliliğe karşı çıkmış ve nikaha gitmemişti.
Bursa'nın Arabayatağı Mahallesi'nde kuruyemişçilik yapan kayınpeder Mustafa Yılmaz sonradan bu evliliği onayladıklarını, “Peygamber Efendimiz de Ayşe anamız 9 yaşındayken evlenmişti. Kızımın evlenmesine ilk zamanlar karşıydım ama sonradan normal karşıladım” demişti."
.... saygılar.
4 saat sonra gelen güncelleme:
olayın içinde kızın anası da varmış. burda.
hüseyin beyin biyografisi şurda. (az daha katil oluyomuş)
suikastın gerekçeleri ise burda. aferin.
2- "... Eğer bir ihtiyaç sözkonusuysa evlenirsiniz. Ve bütün ihtiyaçlarını üstlenirsiniz. İkinci, üçüncü evliliklerin bir bedeli var. Evinin kirasını öder, çocuklarını okutursunuz. Baba olarak da sizi tanır, hayat bu şekilde devam eder. Ama bunlar sadece kendi ihtiyaçlarını karşılayıp, paçavra gibi atıyorlar. Bu kadın haklarına yapılacak en büyük saygısızlık ve hakaret. Kadın saygı duyulması gereken bir varlık. Allah’ın yeryüzündeki en büyük sanatı insan. İnsanı kadın dünyaya getiriyor. Bu kadar kutsal kadına toplumda büyük saygısızlık var. ..."
saygı duyuyosun demek.... bilmukabele.
"... Birileri rızasıyla evleniyorsa kimsenin bir şey demeye hakkı var mı? Ama hukuksal olarak haklarını yerine getirmezseniz, buna inancım da şiddetle karşı çıkar, ben de. Bizim inancımızda mecbur olsa bile, düşünülebilecek en son şey boşanma. Evlilik kutsaldır. Peygamberimize de bu hususta bize göre Allah daha fazla hak tanımış. Allah’ın tanıdığı bu hakkı da kimse Peygamber’in elinden alamaz. Eğer bir adam Müslümansa, Peygamber’i tanıması yeterlidir, kimseye bakmasına gerek yok. Benim kitabımda Peygamber var. Hukuksal olarak endişem yok. ..."
al hadi... buna ne diceksin? peygamber harem kurmuşken hele? haklı valla adam.
"... Mustafa Karaduman, "Eğer tekeşlilik mümkün olsaydı umumhaneler, kerhaneler olmazdı. Yasal olan her şey doğru mu?" dedi. ..."
tekeşlilik mümkün mü değil mi bilinmez.. ama anlamıyorum, erkekler için mümkün değilken kadınlar için nasıl mümkün oluyor?
paygamberin tayfası tarafından (bkz. 2)"azledilen" kadınlar bundan sonra ancak "satılabilecekken", erkekler neden buldukları her deliğe girmelidirler? e peki, cenab-ı rabb'il alemin niye erkek /kadın oranını 1 /5 yapmamış?
neyse bunları söylemek bana düşmez. linklere buyrun:
Muhammed'in Cinsel Hayatı 1
Muhammed'in Cinsel Hayatı 2
izin sağlam yerdenmiş. 9 yaşındaki kızlarla rahat rahat evlenip gerdeğe girebilirsiniz.
Saturday, April 26, 2008
interesting observations on India no.1
"India and Pakistan were supposed to become independent simultaneously on August 14, 1947. However, astrologers discovered the 14th was inauspicious, so secular India postponed its freedom until one minute after midnight, and ever since it has observed August 15 as Independence Day."
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 8)
"Fuel is always the last thing bought with the family's supply of cash. Men will buy food, clothing, and maybe a radio, but they're seldom willing to spend money for fuel. It's a woman's job to go out and forage for it. If the surrounding trees are cut, the woman has to walk farther and farther and spend hours a day just to get fuel to cook a meal. A man is perfectly willing to cut and sell a tree to get cash, but a woman wants the trees nearby so she can collect twigs and leaves. Thus it's often the woman who cherishes and protects the environment, not the man."
Sunita Narain
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 4)
In India, as in the West, political theories based on charismatic leaders and institutionalized parties no longer have meaning. The belief that a particular individual can recognize and fulfill an historical process has been shown to be the starting point for political programs that, at best, have kept the poor in chains and, at worst, have led to violence and totalitarianism.
While social movement actors in the West quote the thoughts of Mahatma Gandhi and regard his nonviolent principles as meaningful for the nuclear age, Indian activists do not look to him for moral inspiration. The West sees Gandhi in terms of his abstract teachings, while modern Indians who are determined to change society see him in terms of his life.
He conceived nonviolent noncooperation as a process for breaking the material and metaphysical chains of slavery, but he tied himself so closely to the interests of the ruling castes that he could not possibly put his beliefs into practice. As he confessed shortly before his death, the nonviolence practiced in India was mere pacifism willing to coexist with the traditonal oppressive power structure.
It was through the instrumentality of Gandhi that power was transferred in India in what Antonio Gramsci called a "passive revolution." By this he meant a process presided over by established elites who use what are propagandized as revolutionary changes to maintain and consolidate a supremacy based on narrow consensus that ignores most of the population except as cheering crowds in the background.
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 4-5)
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 8)
"Fuel is always the last thing bought with the family's supply of cash. Men will buy food, clothing, and maybe a radio, but they're seldom willing to spend money for fuel. It's a woman's job to go out and forage for it. If the surrounding trees are cut, the woman has to walk farther and farther and spend hours a day just to get fuel to cook a meal. A man is perfectly willing to cut and sell a tree to get cash, but a woman wants the trees nearby so she can collect twigs and leaves. Thus it's often the woman who cherishes and protects the environment, not the man."
Sunita Narain
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 4)
* * * * * * * * * * * * * * *
The Paradox of Mahatma Gandhi
In India, as in the West, political theories based on charismatic leaders and institutionalized parties no longer have meaning. The belief that a particular individual can recognize and fulfill an historical process has been shown to be the starting point for political programs that, at best, have kept the poor in chains and, at worst, have led to violence and totalitarianism.
While social movement actors in the West quote the thoughts of Mahatma Gandhi and regard his nonviolent principles as meaningful for the nuclear age, Indian activists do not look to him for moral inspiration. The West sees Gandhi in terms of his abstract teachings, while modern Indians who are determined to change society see him in terms of his life.
He conceived nonviolent noncooperation as a process for breaking the material and metaphysical chains of slavery, but he tied himself so closely to the interests of the ruling castes that he could not possibly put his beliefs into practice. As he confessed shortly before his death, the nonviolence practiced in India was mere pacifism willing to coexist with the traditonal oppressive power structure.
It was through the instrumentality of Gandhi that power was transferred in India in what Antonio Gramsci called a "passive revolution." By this he meant a process presided over by established elites who use what are propagandized as revolutionary changes to maintain and consolidate a supremacy based on narrow consensus that ignores most of the population except as cheering crowds in the background.
(Arthur Bonner, Averting the Apocalypse, 1990, p. 4-5)
bröton müziğine giriş 1
keltlerle kafayı bozduğum dönemde açmalıymışım bu blog'u. maymun iştahım yüzünden aylardır bu konuda hiçbir şey yazmamışım.
her şey bir gün yanlışlıkla "brian boru"yu dinlememle başladı.....
diye anlatmicam tabii ki, ömür yetmez :) amacım sadece birkaç örnek sunmak.
eski bir denizci şarkısı olan santiano'yla başlayayım dedim. (santiano, geminin adı.) bu aralar radioblogclub'da aralıksız dinlediğim hugues aufray versiyonu yukarda, tıkıldayınız. aşağıda da fransa'nın popstarı "star academy"deki yakışıklıların (!) söylediği daha güncel versiyonu görebilirsiniz. klibi pek beğendim :) (hatunun kaşık çalmasına dikkat..)
not: Böcük Samsa'nın üstüne sevgi kelebekleri salıyorum...
"don't shrink me doc"
i love his accent.. the way he says "tu le sais bien, le temps passe, ce n'est rien"..
* * * * * * * * * * * * * * * * * * *
i have this weird feeling that my blog is getting more and more fucked up with my stupid and looooooooooooong complaints.. about.. hmm.. ok bad start :)
anyway.. i don't know if it's only the post-erasmus syndrome but i felt the need to go to a shrink. it's ok up to here, right? i'm gonna go and talk a bit and tell that i hate everone and everything and stuff like that. but it's not the same thing i'm telling you :p and this is the most important proof of my naiveté. (i love making fun of myself, i'm the liar of my shrink) :)
yesterday it was our second meeting.. and i came home with great anger towards my parents.. especially my father. reason? well... she keeps on prodding my brain/memory about my father. so uncomfortable. i hate this childhood shit actually..
but i don't hate it if it's another person's childhood :p (i'm disgusting)
my favorite show for the past few weeks is "in treatment". a therapist with all these so-called fucked up patients is also fucked up as much as them..? everything comes to childhood at some point.. interesting. it really increased my sympathy to psychologists at first.. now i'm neutral again, hallelujah! :)
you should see gabriel bryne with especially blair underwood. intersting... at least for me.
Friday, April 25, 2008
yallah namaza ! yoksa işte böyle olur mazallah :
işte geçen hafta bir lisenin din dersi kapsamında izletilen ve öğrencilerde davranış bozukluğuna neden olan hiper-dandik bi arap filmi. kesinlikle iğrenç ve dinden imandan nefret ettiren bi film. ibret olsun diye izlemekte yarar varmış, "bilenler" öyle diyo :)
Wednesday, April 23, 2008
savulunuz sayın belçikalı kardeşlerim, geliyorum galiba !
hmmm 11 gün olmuş yazmayalı.. son birkaç gündür yazmam için dürten lollius'a ve morinek'e sevgiler, selamlar. (ama lollis biraz çirkeflik yaptı hani o ayrı :p neyse... hastasıyım onun)
arada birçok şey oldu tabii de işte nerden başlasam.. öncelikle leuven'dan master kabulüm geldi. ama ben bir hafta boyunca reddettim bunu. "nasıl olur, neden kabul ettiler ki! ben istemiyorm artık! keşke kabul etmeselerdi de sorun çıkmasaydı! napcam ben şimdi" diye şaçmalayıp durdum. tabii pek çok sebebi vardı bunun:
1- bir gazetede staja başlicaktım. pek heyecanlıydım. "tamam be artık daldan dala konmicam. medya olayına girerim, burda kalırım" dedim. gazetecilerin hayatlarını ve anılarını okumaya başladım filan..
2- master ücreti senelik 5.000 euroydu. iki sene 10.000 ediyor.
3- bölüm "sosyal ve kültürel antropoloji".. şimdiiiii.... buraya nasıl başvurduğum hakkında hiçbi fikrim yok valla. nasıl olur yani.. antropoloji nerden çıktı? ne kadar anlamsız! zerre kadar gereği yok. paşalar gibi siyasette kalmalı ve ekmeğini yiyebileceğim bi alan seçmeliydim. örneğin ortadoğu siyaseti uzmanlığı..
4- asıl istediğim "quantitative analysis" şeysiydi, hem bi senelik hem de 540 euro. bi sene bekleyip tekrar başvuracaktım.
ancak kararım değişiverdi yine. eh benden de bu beklenir. neden?
1- gazeteden hala aramadılar. ve onlar aramadıkça aptal moody yapım sağolsun, çekeceğim çileleri daha bi düşünmeyeve işten daha bi soğumaya başladım. hoş, şimdi arasalar yine giderim ama, benim için çok belirsiz bi alan.
2- master ücretini af buyrun münasip bi yerimden uydurmuşum. o da 540 euroymuş. memleketimiz türkiyemiz de ehea denen naneye üyeymiş çünkü. illa 5000 ödemek istiyosam yeni zelandalı filan olmalıymışım.
3- birden neden başvurduğumu hatırladım: master olsun çamurdan olsun uleeeyyynnnn!!! belçika'ya dönmek istiyorum. ordahem okur hem çalışırım kendi yağımla kavrulurum. hayat bayram olur. gey/lezbiyen partilerine giderim hem. lövın'daki gölete ayaklarımı sokarım. atlar amsterdam'a giderim, güzel güzel dönerim. felan.
4- olay quantitative analysis masterına girmekse, bir senemi antropoloji masterını yaparak geçirebilirim orda. en azından sistemli olarak bi şeyler öğrenmeye devam ederim. başımda hoca olmadan ne kaddar ilerleyebildiğim ortada.
dolayısıyla klasik dengesizliğimden ve tembelliğimden beklenecek bi karar vermiş oldum. hemen arkadaşlarla bağlantıya geçtim. brüksel'de oda tutmak konusunda çalışmalara başladım. eralp'ciğimden meridien'deki yurdun fotoğraflarını çekip yollamasını istedim. okula "ben lövın'da diil de brüksel'de otursam olur mu? haftada kaç gün dersimiz olcak ki" diye bi mail salladım. muhtelif kuruluşlarda staj bakmaya başladım. çalışma iznimi ne zaman alabileceğimi hesaplamaya başladım. eylül başında italya'ya gitmeye karar verdim, dersler başlamadan önce. referans veren (daha doğrusu verecek diye adlarını yazmama müsade eden) hocalarıma teşekkür maili attım. kışın eralp'in yanına sussex'e gitme planları yapmaya başladım. gülseli'yle yine evde geçiriceemiz vodka-portakal akşamlarını hayal etmeye başladım. ...vs...
tabii yapılacak en önemli şey,önümüzdeki günlerde okula uğrayıp sosyal antropolojiyle ilgili bir sürü kitap alıp karıştırmak olacak. niyet mektubunda "olmuyo bu genellemeci disiplinlerle kardeşim. ben artık bu uluslararası ilişkilerde öğrendiklerimin tam tersi metodlar kullanmak istiyorum. bu bana entellektüel açıdan çok şey katıcak. hakkaten bakın" yazmak kolay tabii... iş ciddiye bindi artık. (ama belirtmek istiyorum, sevgili okurlarım; bir hiper-kazma gibi de başvurmadım tabii... aldık antropoloji dersi, biliyoruz azcık. hayır yani, en nefret ettiğim şey öyle atıp tutmaktır o yüzden şeettim.)
ama yine de içim rahat mı? değil. çünkü bu kabule ve karara gelen tepkiler kısaca şöyle:
- aile (anne-baba-kardeş): iyi olmuş canım, git tabi. tebrikler. (diyerek geçiştirme durumu oldu biraz)
- arkadaşlar: "aaaayy inanmıyoruuuum!!! lövın mııı?! kızım avrupa'nın en iyi üniversitelerinden biriiii! lövın hııı? çok çılgın. kesin git be manyak mısın burda kalıp napcan! oh oh süper!"
- amcam, bi asistan, ve belki de dünyanın geri kalanı: "s..tir lan! antropolji neymiş! bi halta yaramaz! gitme bence. gidip napcak salak mısın. niye başvurdun ki gerizekalı. onu bitircen de nolcak, afrika'da kabile mi incelicen?"
şindik burdaki sorun amcamın fikirlerine belki de gereğinden fazla değer vermem. ve zerre kadar onaylamıyor. kendine göre haklı da.. napıyım kardeşim!
bir kere "anlamlı" bi şey nedir? kime/neye göre? öööylesine durup dururken "ben hayatımı şuna adıciim! şunu yapıciim!" demem bekleniyor. ya da "ben şurda iyi para kırarım, hayatımın sonuna kadar rahat yaşarım, ekmeğini iyi yerim" desem olur. asıl problem hedefsizlik, peki ama bu neden bi problem kardeşim? işimin hayatımın merkezinde olmasını istemiyosam napıyım yani? siyasetten nefret ediyosam napıyım? tembelsem napıyım ulan! altın kural: tembel bi insanın en kolay becerebileceği iş, ya yaparken çok çok zevk aldığı, ya çalıştığını fark etmediği, ya da en azından çalışırken çok acı vermeyen bir iş olabilir. dolayısıyla zevkli ve ilginç bi bölümde akademisyenliktir bu benim için. amacım gidip bilmemne kabilesini inceleyip (sanki birer mallarmışçasına) manyakötesi sonuçlar çıkarıp ünlü olmak filan da diil. yeni bişeyler öğrenmek istiyorum sadece. ay bıktım ben bu hayattan.
şimdi gayet kendimden emin bi şekilde yazdım bunları ama karar da değiştirebilirim tekrar. eylüle kadar kesin cevap vermem gerekmiyomuş neyse ki. en acıklısı da, aldı beni bi paranoya yine: ya bu yaz okulu yüzünden buna da gidemezsem? tam da iğerine kabul edilmeme gerekçem. of allahım of!
amaaaan neyse. kabul şeysimi de yazıyım da dursun burda:
Dear Student,
Greetings from Leuven!
I am pleased to inform you that you have been admitted for the 2008-2009 academic year to the Katholieke Universiteit Leuven.
Your letters of admission will be posted to the address you provided in your application form and should be with you soon.
Should you have any further questions, please do not hesitate to contact us.
Kind regards,
International Office K.U.Leuven
Subscribe to:
Posts (Atom)
"Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur." - Salman Rushdie